Yer6 Hafıza Projesi'ne Destek Vermek İçin...

Posta Çeki Hesabımız: 8830591 PTT Beyoğlu Şubesi

9 Kasım 2011 Çarşamba

28 Ekim Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


21 Ekim Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


7 Ekim Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


14 Ekim Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


4 Kasım 2011 Cuma

2 Eylül Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


26 Temmuz Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


Yer6 Hafıza
26 Temmuz 2011
Rojda Şüran Karaş
Zeliha Demirel
Tuğba Dinçmen

Tuğba Dinçmen: Yer6 Hafıza’dan herkese iyi akşamlar. Ben Tuğba Dinçmen. Bu hafta konuğumuz yönetmen Rojda Şükran Karaş. Kendisiyle çektiği kısa film; Provasız Göçer Hayat isimli kısa film üzerine söyleşeceğiz bu akşam. Merhaba Rojda!

Rojda Şükran Karaş: Merhaba!

T.D.: Kendini biraz tanıtır mısın bize?

R.Ş.K.: Tabii ki... 1981 Batman doğumluyum. 1996 yılından beri İstanbul’da yaşıyorum. Pamukkale Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdim ama daha sonra Londra’ya gittim, orada yüksek lisans yaptım sinema üzerine. Türkiye’ye geldim, yüksek lisansımı saydıramadım; burada şimdi, tekrar Beykent Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyorum.

T.D.: Yönetmenlik, yönetmen olma isteği nereden geldi?

R.Ş.K.: Aslında belki, kendimi tam iyi ifade edememem, bir sanatla ifade etmek isteğinden doğdu bu. Gördüklerimi başkasının da görmesini istemem belki...

T.D.: Çekmiş olduğun film üzerinden konuşalım biraz da... Bu filmin yapım aşamasından, nasıl başladı bu yolculuk? Bu filmi yapmaya nasıl karar verdin?

R.Ş.K.: Ben 1996 yılından beri Tarlabaşı’nda oturuyordum; bu 14 yıllık bir süreç. Tarlabaşı’nın bu kentsel dönüşüm projesi içinde yok olacağını öğrendim. Bu benim için şu anlama geliyor; benim orada çocukluğum geçti, gençliğim geçti, o tarihi binaların, o dokunun hepsinin yok olması anlamına geliyor. Bu beni çok etkiledi, kendimi borçlu hissettim. Orada kozmopolit bir yapı var; içinde Kürt’ü var Türk’ü var, Ermeni’si var... Çok çeşitli toplumların iç içe yaşadığı ve kültür paylaşımının çok fazla olduğu bir yer. Bir anda bunun yok olacağını duyunca böyle bir proje hazırladım ve yapmaya karar verdim.

T.D.: Bize biraz filmin yapım aşamasından bahseder misin?

R.Ş.K.: Çok zorlu bir süreçti aslında. Ben Londra’da bir çevre kurmuştum sinema anlamında; orada kısa film yapmak biraz daha kolay çünkü seni destekleyen yerler, sponsor bulman çok basit ama Türkiye biraz daha zor. Sponsor bulmak, kendi çalışmanı finanse etmek daha zor. Çok fazla çevrem de yoktu. Teknik şeyleri okudan alacaktım; hocamla görüştüm. Proje onun çok hoşuna gitmişti ama yapım aşamasında son gün bana, teknik açıdan size yardım edemeyeceğiz çünkü yüksek lisans okuyan öğrencilere kamera, ışık, ses gibi techizatı vermiyoruz, dediler. Bu demek oluyor ki benim bunları finanse etmem gerekiyor. Düşünün ki yarın çekim yapacağım ve elimde hiçbir şey yok. Bunu dışarıdan bulmak zorunda kaldım. Son anda eşim sponsor oldu; şanslıyım bu açıdan. Bütün arkadaşlarım canla başla, böyle bir proje yapıyorsun ve biz de sana katkıda bulunmak istiyoruz, dediler ve onlar da hiç para almadan, gönüllü yardım ettiler bana.

T.D.: Bir kadın yönetmen olarak mutlaka yaşamışsındır; bir erkek yönetmene göre daha fazla sıkıntı yaşamış olabileceğini tahmin ediyorum. Türkiye’de kadın yönetmen olmak nasıl bir şey? Çok fazla sayıda bildiğim kadın yönetmen yok, çok sınırlı sayıdalar bunlar, sen de umuyorum ileride onların arasına katılacaksın, daha çok gençsin... Sen yaşadın bunları ve bir kadın yönetmen olmanın zorlukları neler?

R.Ş.K.: Türkiye’de bir kere kadın olmak çok zor kadın yönetmen olmaktan çok. Zaten seni kadın yönetmen olarak tanımlayarak bir ayırım yapıyorsa orada bir hata var. İlk önce şundan başlayayım; sponsor bulmakta zorlanıyorsun çünkü sana sponsor olacak kuruluş bir kere sen kadınsın, acaba bunu yapabilir misin diye bir endişe duyuyor. Filmi yapıyorsun, görüntü yönetmenin seni dinlemek istemiyor çünkü o bir erkek ve seni hüküm altına almak istiyor. Onlara bir şeyleri anlatmak, onlara kendini kabul ettirmek zorunda kalıyorsun ve bu ayrıca bir çaba gerektiriyor. Onda biraz problem yaşadım açıkçası çünkü grupta herkes erkekti, sadece sanat yönetmeni arkadaşım kadındı. Bir o destek oldu; Zeliha. Oraya koşturdu, buraya koşturdu. Diğer arkadaşlaraysa ben ısrarla bir şeyler yaptırtmaya çalıştım. Ama bunun ötesinde dediğiniz gibi, kadın yönetmen Türkiye’de çok az. Yurt dışına, İngiltere, Avustralya, Amerika’ya baktığında kadın yönetmenleri finanse edecek yardımcı kuruluşlar çok fazla ve devlet tarafından fon veriliyor. Türkiye’de Mor Çatı haricinde kadın yönetmenlerin buluştuğu bir alan da yok.

T.D.: Filimde hem kısa bir rol almış olan ressam Zeliha Demirel de yanımızda... Ona da dönüp hemen sormak istiyorum; bu filmin yapım sürecinde o da yer aldı. Sen neler yaşadın Zeliha, bize anlatır mısın?

Zeliha Demirel: Bu filmin içinde olmak istememdeki temel nedenlerden biri şu aslında; kendi yeraltımızı keşfetmemiz. Bize dayatılan yeraltıyı değil de yaşamsal yeraltımızı keşfetmemizi çok istediğim için ve arkadaşımın özden, gönülden çalışmalarını desteklemek amacıyla bu filmde yer almak istedim ancak filmin çekim aşamasında dahi erk tarafından bir takım zorluklarla karşılaştık. Nereden bakarsanız bakın, dört günlük çekim sürecimizde en az on kez polis kontrolünden geçtik. İzniniz var mı, ne yapıyorsunuz, ne işgal ediyorsunuz? Bunun yanında belediye çekim yaptığımız alanda kimi evleri zorla boşaltıyordu. Buradaki belediye görevlilerinin otoriter, sert tepkileriyle, tavırlarıyla karşılaştık. Daha çok erke dayalı sıkıntılar yaşadık bu filmin çekim aşamasında. Yönetmen arkadaşımın da dediği gibi, biraz belgesel ağırlığı fazla olan bir film oldu bu film. Aslında başlangıçta daha farklı bir anlatım dili oluşmasını bekliyorduk ya da öyle planlamıştık diyeyim ama, filmin akışı öyle gelişmedi. Hiçbir zaman teorikte düşündüğümüz pratikte istediğimiz gibi gerçekleşemiyor; bunu yönetmen arkadaşımız da sanırım dile getirecek.

T.D.: Temel konu göç. Yayına girmeden önce filmi seyretme fırsatı buldum. Kentsel dönüşüm adı altında yapılan bir proje var ve projeden dolayı şehrin kültürel dokusunun yok edilmeye başlandığını da anlatmışsın filmin içerisinde. Peki sen bu konuda ne düşünüyorsun? Mimarinin özellikle yok edilmeye çalışıldığı...

R.Ş.K.: Kesinlikle. Benim yapmak istediğim de oydu. Türkiye’de bir şeyler yapılıyor... İlk önce Sulukule, Balat daha sonra Tarlabaşı, daha sonra bir bakıyorsunuz Fatih’in merkezi yerleri... Hep merkez yerler yani, bir şehrin kalbini oluşturacak yerler, rantı yüksek olan yerler devlet tarafından adeta yağma ediliyor ve bu çok acı verici bir şey; sen de hiçbir şey yapamıyorsun.
Oradaki sakinlerle konuştuğumda, devlet parayı bankayay koyuyor; ister al ister alma; biz aldık diyorlar... Bu mantık yağmalama mantığı ve evler hep orada duruyordu, madem bu evleri kentsel dönüşüm projesiyle kazanım istiyordunuz bunu gelip orada, o insanları oradan göndermeden de yapabilirdiniz. Bunu yapan devletin kafası da karışık. Sorana bir proje göstermiyor; şeffaflıktan tamamen uzak. Ne yaptığını bilmeyen... Tamamen kasap mantığı. Orada altın var! Bir sarraf hissiyatıyla, küçük küçük darbelerle orayı bize kazandırmıyor. Geliyor, direkt insanları oradan sürüyor ve o insanlar zaten sürülmüş insanlar. Onlar Batman’dan, Nusaybin’den, Mardin’den, Diyarbakır’dan göçen insanlar. Onları bir daha sürgüne gönderiyorsun! Onların birçoğunun köyleri yakılmıştı, buraya gelmişlerdi, şimdi tekrar olnları bir yer göstermeden, finanse etmeden, proje göstermeden sürüyorsun; benim kabullenemediğim bu.
Milletvekili seçiliyor adam ama Tarlabaşı’nı hiç görmemiş, orada hiç yaşamamış; tepeden inme her şey. Tarlabaşı’nı kentsel dönüiüm projesi içinde tekrar kazandıracağız dediler ve proje ortada yok. Kimse de sormuyor! Şairimiz, ressamımız, müzisyenimiz susuyor, kimse sormuyor. Tepki yok, tepki gösterenler de sadece bir gün bir eylem yapılıyor, onu orada görüyorsun ama geçerli bir eylem yok.

T.D.: Aslında belki de en çok tepki göstermesi gereken kesim sanat camiası olmalı bu durumda çünkü tarih sanatı da besliyor. Yanılıyor muyum?

R.Ş.K.: Kesinlikle öyle! Biz tarihimizle varız. Bugün ben niye bu tepkiyi gösteriyorum? Orada doğmadım, Batman’da doğdum; orası yağma edildi, yıkıldı. Oradan İstanbul’a geldim ve şimdi de gençliğimin geçtiği yerler bu sefer yıkılıyor. O zaman durup düşündüğümde bana ait hiçbir şey kalmıyor. Nostaljik bakmıyorum. Bence bu çok acı verici bir şey. Yurt dışında bunu böyle kolayca yapamazsınız. Bir bina bile yapmak için izin almak zorundasınız defalarca. Mimar geliyor, bunun projesi hazırlanıyor ama sen kocaman bir mahalleyi yok ediyorsun ve bunu kolaylıkla yapabiliyorsun.

T.D.: Sen belki Tarlabaşı’nda yaşamasıydın belki de bu filmin temelleri atılmayacaktı... Oradan ilham almış olduğunu söyleyebilir miyiz bu konuda?

R.Ş.K.: Kesinlikle, oradaki insanların hepsini tanıyor olmam... Ben o mahalleyi çok seviyorum. Kozmopolit diyorsun ya İstanbul; Tarlabaşı’nda her türden insan bulabilirsin. Kürt’ü, Laz’ı, Çerkes’i, her türden insan var ve bu benim için çok büyük bir şanstı, diyeceğim çünkü artık geçmişte kaldı, yıkılıyor.

T.D.: Zeliha, senin sormak istediğin bir şey var mı Rojda’ya?

Z.D.: İçimizi bu kadar acıtan bu durumlara nasıl dur diyeceğiz? Umut var mı, insanın iyileşmesi konusunda bir umut var mı?

R.Ş.K.: Umut olmasa bunu yapmazdık. Bu hala bir umudumuz olduğunu gösteriyor. Evet, sokaklara çıkıp bağırmak yerine karşı duruş sergileyebilmemiz gerekiyor. Bir örnek verecek olursam, Demirören’e karşı çıktım, ama benimle beraber Demirören’e karşı çıkan arkadaşların hepsi gidip alış veriş yaptılar! Sadece o gün orada, sokakta olma mentalitesi içinde bir karşı duruş... O gün orada bulunup sonra gidip oradan alış veriş yapıyorsan bu seni bir yere götürmez. Oradaki satış talebine cevap vermesen, insanlar Demirören’in içine gidip gezmese, alış veriş yapmasa bu duracak, kendiliğinden bitecek. Bir eylemde bulunurken devamlılığını sağlamamız gerekiyor. Demirören küçük bir örnekti. Tarlabaşı’ndaki insanlar biraz siyasi yönden, kültürel yönden –okul yüzü görmemiş insanlar var orada; malını ondan almak çok kolaydır- olsun bilinçlendirilirlerse... Ona, senin de şu hakkın var, bunu yapabilirsin dersek... Bütün iş sivil itaatsizlik ve sivil örgütlere düşüyor aslında.

Z.D.: O kültürden gelen insanlar da ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Pek çokları sessiz bir biçimde kaderlerine razı olarak, üç beş eşyalarını, valizlerini alıp çıkıp gidiyorlar. Kaldı ki, filim de zaten böyle başlıyor. Bir Ermeni kadın oturduğu evi terk ediyor; film bu sahneyle başlıyor, bu beni çok etkilemişti.
Filmi çekerken kaynakçıyla yaşadığımız diyolog da beni çok etkiledi. Ondan da biraz bahsedelim istersen birlikte... Kaynakçı aslında oradaki kültürden gelme, o kültürle büyümüş yoğrulmuş ama belediye bunun için bana para veriyor diye kendi kültüründen olan insanları dışlayan bir tavır içindeydi. Onunla ilginç diyologlarımız yaşandı. Bu konulardan da biraz bahsedelim. İnsanların böyle çekimser kalmasından, korkak davranmasından, tepki gösterememesinden...

R.Ş.K.: Bu trajikomik bir şey bizim kaynakçıyla yaşadığımız. Belediye tahliye ettiği evi daha sonra bir kaynakçı getirerek orayı kaynak ediyor, kapıyı kırıp giremiyorsun. Biz filmi çekerken kaynağı kırıp girdik, o yüzden illegal bir şey yaptık. Sivil polisler geldi, sordular ne yapıyorsunuz, diye. Ben de bitirme projem bu dedim. Bitirme projem olduğu için izin de almıştım önceki hafta ama ailem zaten orada oturduğu için çok kolaylıkla yapabilirim diye düşünüyordum. Ama ailemn evi tahliye edildi. Kaynakçı geldi mühürü kırınca, siz burayı kırdınız, belediyenin haberi var mı dedi. Bayağı bir zorladı bizi. Sonra ben ona dedim ki, sen de Diyarbakırlısın. Sonuçta sen de buradan gideceksin, niye böyle bakıyorsun olaya? Ama belediye bana para veriyor, dedi.

Z.D.: Bu çok acınası bir durumdu... Önemli bir tespit ve acınası bir durumdu.

T.D.: Sanırım insanlar eylemler içerisinde bulunurken eğer bir fikir bütünlüğü içerisindeyseler, biraraya gelip karşı durabilmeliler... Yapmaları gereken bu, oysa sisteme boyun eğmeyi seçiyorlar. Bir şeyler yapmaya kalkışıyorlar ama ertesi gün onları Demirören’de görebiliyorsun. Böyle yapmak yerine bir fikir bütünlüğü iöinde bir araya gelerek savunmaları gerekir. Sanırım bu biraz da sistemden dışarı çıkmayı, sistemden dışarı çıkabilmek için cesur olmayı gerektiriyor?

R.Ş.K.: Daha okul sıralarında bunu yok ediyorlar. Sisteme karşı duran bir öğretmen bile orada hükmedeceği çocukları görünce o psikolojiyle eğitiliyoruz. Evdeyken baban annene hükmediyor, annen sana hükmediyor ve sen de zayıf gördüğün arkadaşına hükmediyorsun... Bunu yok etmemiz lazım. Öğretmenlik yaptım; görüyorsun ki hademe çocuklara bağırıyor. Hastaneye gidiyorsun, bakıcı hastaya bağırıyor. Mülkiyet duygumuz çok fazla. Çünkü bir şeyleri hiçbir zaman çabuk elde edememişiz. Üniversite okuyorsun adam sana KPSS’yi dayatıyor; inanmıyor, güvenmiyor senin bilgine. Yüksek lisans yapıyorsun başka bir sınava giriyorsun. Sürekli böyle ve içi boş bir eğitim... Aslında her şeyin başı eğitimden geçiyor. Yani lisedeki kittaplara bakıyorsun artık içinde bilgiye dair bir şey yok... İlkokuldaki çocuklara bakıyorsun, yine kitaplara bakıyorsun... Eğitim derken de bu okuldaki bu bozulmuş sistemdeki eğitimden değil yani, interaktif eğitimden bahsediyorum ben. Öğrencinin bire bir bir şey yapabildiği, öğretmenin öğrencisiyle dost oldğu, arkadaş olabileceği bir ortamdan.  Hiçbirimiz maalesef bu eğitimi göremedik; öğretimi göremedik.  Aslında çok yanlış bir şey söyledim; onlar bize bir şey öğretmeyi düşünmüyor, sadece eğitmek, bastırmak. Senin duygularını bastırıyor. Üniversitede öğrenciyken dünyayı kurtarabilirim diye düşünüyorsun, bir şeyler yapmaya çalışıyorsun ama üniversite bittikten sonra memur oluyorsun ve gene tamamen boyunduruk altına giriyorsun. Bu sistemin bir şekilde değişmesi lazım, birilerinin buna dur demesi lazım. Şu anda sanırım Latin Amerika’da öğrenci eylemleri var –Şili’de sanıyorum- ve buna aileler de destek veriyor. Bizim öğrencilerin bu eğitim sistemine dur demeleri lazım. Biz eğitilmek yerine bir şeyler öğrenmek istiyoruz demeleri lazım ve daha sonra halk...

T.D.: Esasında sistemi kırmalıyız ve mülkiyet fikrinden de vaz geçmemiz gerekiyor çünkü bunun başında sanırım mülkiyet fikri geliyor.

R.Ş.K.: Bir sürü kitaplıklar var ama biz kitabı almak istiyoruz. Kitabı almak yerine kitabı gidip kütüphanede okumayı öğrenmeliyiz. Bunu yurt dışında çok iyi görebiliyorsun.

T.D.: Çok teşekkür ediyorum Rojda ve Zeliha size. Yer6 Hafıza’dan herkese iyi akşamlar. 

22 Temmuz Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


8 Temmuz Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi




1 Temmuz Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi



Yer6 Hafıza
1 Temmuz 2011
Janset Karavin
‘’Kablosuz’’

Janset Karavin: Herkese İyi akşamlar. Ben Janset Karavin. Fonda dinlemekte olduğunuz müzik yeni yaptığımız pantomim koreografisi ‘’Kablosuz’un’’ müziği. Geçtiğimiz günlerde gene Taksim-Tünel’de, Sokak Performanslarında ilk defa sergiledik. Müzik aslında birçok parçanın birleşiminden oluşuyor ama oyunu seyretme şansınız olursa herhalde ‘’Kablosuz’un’’ teknolojik yaşamla ilgili bir eleştiri olduğunu da kendiniz görebileceksinizdir. Teşekkür ederim.

...


J.K.: ‘’Kablosuz’’ adlı oyunun oyun müziğini dinlemiş olduk Açık Radyo’da böylelikle. Aslında bu hafta Sokak Performansına çıkarken sokakta aldığımız kayıtları yayınlamak istiyorduk ancak elimizdeki kayıtları yayına hazırlarken bazı sorunlarla karşılaştık ve ancak yetiştirebiliyoruz kayıtları şu anda, dolayısıyla da önümüzdeki hafta bu kayıtları size yayınlamak üzere şimdilik, bu hafta için iyi akşamlar dileyeceğim. Ama bu kayıtlarda enteresan... işin enteresan kısmı sokak röportajları da var ve insanlara pantomimin ne olduğunu sorduk. Çok ilginç yanıtlar aldık. Hiç beklemediğimiz insanlardan çok olumlu tepkiler aldık ama hiç beklemediğimiz insanlardan da; bilmesini beklediğimiz insanların da pantomim hakkında hiçbir şey bilmediklerini hatta sokakta sanatla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını gördük. Şimdi biz yayına hazırlamak üzere, bu önümüzdeki hafta yayınlanacak bandı yayından ayrılıyorum ben ve teşekkür ediyorum herkese. İyi akşamlar.

24 Haziran Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


3 Kasım 2011 Perşembe

17 Haziran Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi



10 Haziran Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi



Yer6 Hafıza
10 Haziran 2011
Yedek Parça Fanzin – Hayri Tunç
Janset Karavin

Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar Yer6 Hafıza’dan. Ben Janset Karavin. Bu hafta konuğumuz Yedek Parça’dan Hayri Tunç. Merhaba Hayri, hoş geldin!

Hayri Tunç: Merhaba, hoş bulduk.

J.K.: Yalnız ben, programa başlamadan önce birkaç şey söylemek istiyorum... Isparta’da çıkartılan Yeraltından Notlar Fanzin, Nisan 2009’da başladığı yayın serüvenine 14. Ve son sayısını çıkartarak son verdiğini açıkladı bu ay. Bir de Ağustos 2009 itibariyle Evvel olarak değiştirmişti adını, Sonrasızlık adıyla çıkan fanzininin Zafer Yalçınpınar ve şu günlerde sekizinci yılını doldurmuş oldu fanzin serüveninde Evvel Fanzin. Ve biz gene 31 Mayıs’ta bir açıklama yapmıştık; Yer6 Hafıza Projesi Arşivi Küçük Kara Balık’ın ilk Elektronik Arşivinde yer alan pdf formatındaki fanzinin listesiydi bu. Açıklamayı yaptık internet üzerinden; açıklamaya Facebook üzerindeki Yer6 Hafıza sayfasından da ulaşabilir isteyenler. Elektronik Arşivin www.yer6hafiza.com adresine koyulabilmesi ve oradan kullanıma açılabilmesi için bir hafta daha süremiz var, bu süreyi de şunun için kullanıyoruz; fanzin çıkartan bazı insanlar, fanzinlerinin pdf formatına aktarılarak elektronik ortamda, internette paylaşılmasını istemeyebiliyorlar. –ki, bize böyle bir iki geri dönüş oldu ve biz de listeden ayırdık bu arkadaşların fanzinlerini- Eğer böyle bir durum söz konusuysa bize ulaşmak için kucukkarabalik@yer6hafiza.com adresini (Yer6 Hafıza Projesi e-posta hesapları ilerleyen tarihlerde yenilenmiştir ve artık bu gibi bir iletişimde bulunmak üzere takip@yer6hafiza.com e-posta adresini kullanmanız gerekmektedir.) kullanabilirsiniz. Tabii aynı zamanda Facebook üzerinden de gene bahsettiğim Yer6 Hafıza sayfasından da yazarak bildirebilirsiniz böyle bir isteğiniz olduğunu.

Hayri yeniden merhaba!

H.T.: Merhaba...

J.K.: Yedek Parça nasıl başladı diye soracağım sana ilk önce?

H.T.: Yedek Parça’nın başlaması, serüveni 2009’un Nisan aylarıydı. O zamanlar biz öykülerimizi büyük dergilere gönderiyorduk, kabul etmiyorlardı. Hamdi, diye bir arkadaşımız vardı ve o da çizimlerini götürüyordu, kabul edilmiyordu.

J.K.: Kapak çizimlerinizi hep anı kişi yapıyordu değil mi?

H.T.: Kapak çizimleri, grafik tasarımları hep bir kişi yapıyor zaten. Bunları yapan arkadaşımız da çizimlerini büyük dergilere, karikatür, mizah dergilerine gönderdğinde kabul edilmedi birçoğu. Biz de en sonunda, bir fanzin çıkartalım; en azından elimizdeki ürünleri ya da toparladığımız ürünleri insanlara bir sunalım –az da olsa bir şey fark etmez- insanların eleştirilerini alalım, bir geri dönsünler bakalım, nedir ne değildir, bizi nasıl görüyorlar, bizim yaptığımızı nasıl buluyorlar? İlk olarak böyle çıktı. Etrafa yaydık, arkadaşlara yaydık; biraz toparladık ve ilk sayıyı çıkarttık. Böyle başladı serüven.

J..K.: İlk sayıda herhangi bir tema yoktu ama bildiğim kadarıyla Yedek Parça ‘’tematik’’ diyebileceğimiz bir fanzin, öyle bir yayın kurgusuna sahip; ilk sayıda dağınık yazılar vardı konu bakımından?

H.T.: İlk sayıda yoktu çünkü bir amatörlük vardı. Biz bir çıkartalım dedik, başlayalım, bir bakalım ne çıkacak, çıkmayacak... İlk sayı çıktı işte, arkadaşlar yazılar verdiler sağolsunlar... Yazıdır, şiirdir, öyküdür işte Hamdi’nin çizimleridir... İlk sayı öyle çıktı. İlk sayı değil de ikinci sayıyla beraberdir hatırladığım; Burak da aramıza katıldı. İlk sayıdan sonra, eleştirileri aldık, bir bakalım dedik ne oldu? Eleştirilerin çoğu da bizi tanıyan arkadaşlardan geldi ve ‘parça parça yapıyorsunuz da bu bir işe yaramıyor.  Normal bir fanzinsiniz, normalde çıkanlardan bir farkınız yok.’ Doğrudur. Eh olsun! Çünkü benim yazdıklarımı ve Hamdi’nin çizimlerini biliyorlardı ki bazen biz Hamdi’yle beraber öykü ya da çizgi roman mantığına uygun işler de çıkartıyorduk ya da konuyu Hamdi buluyordu ben yazıyordum, öyle şeyler yaptığımız oluyordu.
Öyle bir şey yapalım dedik, ikinci sayıyı da parça parça çıkarttık aslında, çünkü hedefimiz aylık bir çıksındı.

J.K.: İlk önce periyoda oturtmak istediniz...

H.T.: İlk sayı çıktı... Bir, bir buçuk ay sonra ikinci sayı çıktı. Üçüncü sayıyla beraber bize eleştiriler gelmeye başladı. ‘Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz, nasıl bir fanzin çıkartıyorsunuz?’ Çünkü fanzincilerle bir ilişkimiz de yoktu açıkçası o dönem, gidip fanzincilerle bir konuşmamız da yoktu, kimse de bizi tanımıyordu. Kimseyle bir ilişkimiz yoktu birebir; ismimizi bile bilmiyorlardı. Yedek Parça çıkıyordu. Facebook sayfasından görüyorlar ya da Mephisto’da orada burada bulup alıyorlardı ama bunu kimler çıkartıyor, ne yapıyor...

J.K.: Kim olduğunuzu bilmiyorlardı, yani camiayla organik bir bağınız, birebir bir tanışıklığınız yoktu...

H.T.: Yoktu.

J.K.: 2009 yazından beri çıkıyor Yedek Parça ve şimdi yedinci sayısı da çıktı, sekizinci sayıya hazırlanıyorsunuz değil mi?

H.T.: Evet, sekiz.

J.K.: Peki, üçüncü sayıdan itibaren zannediyorum, bu bahsetmeye çalıştığım, ‘’tematik’’ diyerek ifade ettiğim kurgu mantığını kullanmaya başladınız. Mesela, neler yaptınız bu arada? Öykülerde vardı; ben birkaç sayıyı okudum, belli bir konu vardı, bir karakter vardı ya da bir nesne vardı ve onun üzerinden devam eden farklı kurgular vardı öyküler içinde farklı insanların yazdığı. Neler yaptınız şimdiye kadar böyle?

H.T.: Üçüncü sayıyla bir açıklama getirdik, niye çıktığımızı anlatan uzun bir yazıyla. Yedek Parça neden çıktı dedik, hem de bizim yeraltına bakış açımızı ortaya çıkartan... Çok soru geliyordu, çok eleştiri geliyordu ve bazen eleştiriler saldırı niyetini de buluyordu. Biz bir mantığımızı ortaya koyalım, biz buyuz arkada, diyelim dedik. Üçüncü sayıyla beraber de şöyle yaptık... Sıralamayı tam olarak hatırlayamayacağım... Bir sayıda Haydarpaşa’yı anlattık; özellikle tren garlarını anlatmak istedik çünkü benim de, Hamdinin de, Burak’ın da tren garlarına karşı bir hayranlığı var oradaki atmosfere karşı. Gece yarısı saat 1, Haydarpaşa tren istasyonundasınız, dedik, şiddetli bir yağmur yağıyor, ne yaparsınız? Bütün yazarlara bunu verdik.
Bir tanesinde içi para dolu bir çantadan bahsettik. Bir iş çıkışı, vardiyadasınız, vardiyadan çıkmışsınız, bir yerde bir para buluyorsunuz. Bir adam... Hatta konunun girişini verdik biz orada komple; biraz zorlaştıralım, dedik mantığı. İş çıkışındasınız, bir grup arkadaşınız... Kaç tane yazar varsa o kadar sayı verdik; beş ya da altı yazardı, beş altı arkadaş dedik biz de özellikle. Herkes bir karakteri alsın, herkes o karakter üzerinden o parayı anlatsın bize.
Bir sayıda... Hatırlamıyorum ki şimdi! Böyle gitmişti...

J.K.: Ama yani bu temalar devam ediyor ve sekizinciye kadar ulaştınız, değil mi? Yani üçten itibaren böyle devam eden bir tema söz konusu...

H.T.: Öyle öyle... Temayı özellikle, bir bütünlük olsun diye verdik. Mesela bir sayıda sokağı konu aldık mesela ve sadece sokak üzerinde götürelim dedik. Bir sokaktasınız, sokağı yazın, sokakta bir karakteri yazın, bir evi yazın ya da bir şeyi yazın ama aynı sokakta olsun.

J.K.: Kısıtlama olduğu konusunda tepki aldınız mı bundan sonra?

H.T.: Aldık, birçok aldık. Mutluluk projesinden sonra aldık. Biz bir sayıda, özellikle fanzin yazarlarında ya da fanzinlere yazanlarda var olan o karanlık, kaos ortamının dışına çıkalım, mutluluk temasını işletelim, dedik ve tabii doğal olarak zorlanıldı. Çünkü, yazılan yazıları çoğu karanlık, ayrılık, aşk-acı muhabbetlerine götürünce, işin ucuna mutluluk girince biraz zorlanıldı. Başladı eleştiriler; siz bizi kısıtlıyorsunuz, siz bizi belli kalıplar altına alıyorsunuz, diye. Biz zaten ta üçüncü sayıda söyledik; o zaman bire bir yazarlara da söyledik: Yedek Parça’nın mantığı size bir şeyler öğretmek. Bildiklerimizi ya da bizim de öğrendiklerimizi size de öğretmek. Yazar olacaksanız ya da şair ya da yeraltıyla ilgilenecekseniz, bire bir edebiyatla ilgilenecekseniz size bir şeyler... Bir girişini apmak. Yoksa yazabilirsiniz, demiştik, normalde yazabilirsiniz ama ona bile kural getirdik, yani normal bir yazı da yazın ama anlamsız kelimeler bütünlüğüne karışmasın ortalık.

J.K.: Sistemde öyle bir eksiklik var, mesela daha evvel Sel Yayınları’nın editörlerinden birisini, Bilge Sancı’yı konuk etmiştim, ona da sordum; normalde, beklenen şu: Edebiyat dergilerinde yazısının, birkaç öyküsünün yayınlanmasını bekliyor insanlar ilk önce... Editörlerin beklentisi bu önlerine bir roman dosyası geldiğinde. Kim olduğuna ilişkin geçmiş bilgisine baktıklarında, en azından birkaç dergide bir şeylerin basılmış ve olumlu yada olumsuz almış olduğun eleştirileri bilmiş olmayı bekliyorlar fakat günümüzde maalesef böyle bir durum söz konusu değil. Bunun birkaç sebebi var belki de. Bir kere, edebiyat dergilerinin sayısının oldukça az olması, var olanların da zaten daha önce Altay Öktem’in belirttiği gibi aynı türe, ortalama mantığa doğru sürüklenmesi, sürekli aynı şeyi tekrar eder omaları; isimler değiştiği halde içeriklerinin neredeyse biribirinin kopyası halinde devam edegelmesi ve tabii yeni isimlere çok az yer verilmesi bu dergilerin içinde. Belki de belli bir... Şöyle söyleyelim; bilirkişi tahakkümünün kurulması. Editörcülük oyunlarının oynanması ve genç isimlere, yeni isimlere çok az yer verilmesi. Dolayısıyla bu mantıkla da birçok fanzin çıkıyor. İnsanlar yazdıklarını insanlara duyurmak, göstermek için bunu fotokopi yoluyla çoğaltmak gibi bir eylemde bulunuyorlar. Ama bu bir yerden sonra takip edilemez hale geliyor. Mesela Bilge Hanım da, ‘ben fanzinleri takip etmiyorum doğal olarak, ama kitabevlerinde rastlıyorum raflarda ve alıp karıştırıyorum, bakıyorum neler yazılmış diye,’ ama bu özel olarak merakı olduğu için; sonuçta bir editör kendisi. Bunun dışında, hiçbir yayınevi özellikle fanzin falan takip etmiyor. Sistem hala kendisini kapatmış ve aynı çark içinde dönmeye çalışıyor. Yedek Parça buna rağmen, bir araya gelip farklı bir şeyler yapmaya çalışan bir fanzin temel olarak ve burada farklılık da aslında tematik oluşu Yedek Parça’nın. Benim de ilgimi çok çekmesinin sebebi, böyle doneler vererek yazarlara, işte bir çanta var, bu çantanın içinde para var ve şu saatte sen şuradasın, diyerek bunun üzerine bir öykü kurgulanmasının istemesi ve bunun sayılar boyu sürdürülebilmesi. Sürdürülebilirlik de çok önemli çünkü ikinci sayıyı çıkartamayabilirdiniz tematik olarak. Yani diğer fanzinlerden ayrıştığı nokta bence bu Yedek Parçanın temel olarak. Sen katılıyor musun buna?
Bir de gördüğün fanzinler arasında, incelediğin, baktığın şimdi böyle, kendilerine has nitelikleri olanlar var mı yahut da hepsi biribirinin kopyası gibi; yazdık oldu, işte bu bir fanzin diyen insanlar mı bunlar?

H.T.: Yedek Parça’nın mantığı senin de dediğin gibi tematik, konular üzerine kurulu; konsepti öyle götürüyoruz. Üçüncü sayıdan sonra çıkartmama ihtimalimiz çok yüksekti, hatta zorlandık da, çünkü artık konular sertleşmeye başladı. İlk başta mutluluk dedik, sonra sokak dedik, sonra işin ucuna... sabit bazı doneleri vermeye başladık; Haydarpaşa’da ya da sokakta olduğu gibi öykünün girişini vermeye başlayınca doğal olarak bize yazan arkadaşlarda bugüne kadar öykü yazmadıklarından ya da mantığı öykü üzerine kurmadıklarından dolayı kısıtlama kendi içlerinde oldu. Bizim yaptığımızdan çok kendi iç kısıtlamaları oldu. O zaman yazar sayımız birden azaldı. Mesela Haydarpaşa’yı çıkartmak bayağı bir zamanımızı aldı bizim. Arkadaş askere gitmişti; hem grafik tasarımın yapacak arkadaş bulamamıştık hem de Haydarpaşa’yı yazacak arkadaş bulamamıştık. Konu öyle bir şey ki, basit gelebiliyor. İlk söylediğinde, ‘a ne güzel, her şeyi yazabilirim,’ diyorsun ama işin içine girince karakterler, tahliller, tasvirler girince bozuluyor. Yedek Parça o yüzden uzun bir dönem çıkmadı, yedinci sayıya kadar yazar sıkıntısını bayağı bir yaşadı; hala da yaşıyor. Mesela şu yeniçıkacak sayıda da yazar, yazı sıkıntısı yaşıyor. Çünkü insanlara konuyu veriyorsun, verdiğin zaman da zorlanıyorlar doğal olarak.

J.K.: Aslında kendilerini geliştirmeleri için gençlerin çok iyi bir fırsat. Ben yazmak istiorum diyen birisi için çok müthiş bir fırsat.

H.T.: Burada da o senin biraz önce değindiğin sistem mantığı çıkıyor ortaya. Sistem, insanları, yeni çıkacak yazarları, yeni çıkacak yazarlar da kendilerini engelliyorlar. Öyle bir şey ki, adamlara şey öğretilmiş... Nasıl diyeyim, şizofren aşka mektup gibi anlamsız anlamsız metinlerin düzgünlüğü öğretilmiş. Bçle şeyler yazın diyor. Aşk yazarsan karanlık şeyler yaz, bak bu güzeldir. Bu popülerdir, ne bileyim insanlar bunu sever. Bakıyorsun etrafa bu tip yazılar, bu tip kitaplar o kadar çok ki! Yeni çıkan kitaplardır, yeni çıkan yazarlardır ya da şair olduğunu söyleyenler o kadar fazla ki bu mantık üzerine götüren. Doğal olarak gençler de bu mantık üzerine gidiyor.

J.K.: Evet, sistem kapatıyor kendisini ve onları içeriye almak istemiyor. Onlar da kendilerini sisteme göre kapatıyorlar aslında. Oysa çıkış yollarını kendileri kazabilirler. Mesela Yedek Parça böyle bir çıkış olabilir aslında. Bir köstebek deliği açılabilir aslında edebyat ortamında fakat katılımda bulunmakta güçlük çekiyorlar çünkü onlar da sistem tarafından emzirilerek bu hale getirilmişler zaten. Çaba sarf etmek, acı çekmek güç geliyor belki de.

H.T.: Kolay olan var ortada, bir kolay şey var. Sen yazarsın ve mantık, kalıplar ve her şey bellidir, yazarsın verirsin; yazıdır.

J.K.: Basılır ve çıkar ve biter yani.

H.T.: Budur yani ki herkes yazar, herkes kitap çıkartabilir; bu konuda bir engel yok ama işin ucuna öykü ya da edebiyat girince biraz daha zorlanabiliyorsun çünkü edebiyatın kendi mantığı biraz zordur.

J.K.: Bir sanatsal kaygı söz konusu olduğu zaman güçlük var, başlıyor zaten; yoksa dediğin gibi, parasını verip bastırabilirsin bir matbaadan...

H.T.: Bu konuda da şeyler var işte... Bu fanzinlerin genel mantığına geçersek etrafta okuduğumuzda birkaç fanzin var; Düşünkara’nın sayıları güzel, bir Alternatif’İn sayıları güzeldi, birkaç sayısı çok hoştu. Onun dışında pek hatırlamıyorum öyle güzel. Bir Zifir’in bir iki sayısı hoşuma gitmişti.

J.K.: Zaten bunlar isimleri bilinen, camiada tanınan fanzinler, bunun dışında da pek sayılabilecek... Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar fanzinden bahsedebiliyoruz bu niteliklere haiz.

H.T.: Yani onun dışında anlatacak derdi olmayan insanlar var, fotokopide çıkartıyorlar, çıkartmaları da... insanlara bir şey diyemezsiniz bu konuda...

J.K.: Tabii özgür herkes.

H.T.: İnsanlar fotokopi bastığı her şeyi fanzindir mantığında görüyor. Tamam işte biz bastık çıkarttık dört sayfa, beş sayfa, on sayfa, fark etmiyor ki bazıları var, bire bir kopya olanlar var. Biz birkaç sayı almıştık; şu anda elimde yok, olsaydı onları getirirdim... Hilal diye bir karakteri vardı Bahadır Boysal’ın mı, hatırlamıyorum. Onun bire bir aynısını çizmiş adam. Çizmiş ve fanzin diye basmış. Bütün sayfalar, altı yedi sayfa hepsi aynı. Öyküsü de aynı, çizimini kendisi yapmış sadece. Böyle şeyler çıkmaya başlıyor bir süre sonra. Bir süre sonra her yazan arkadaş ben fanzin yazdım demeye başlıyor. Biz bunların içinde dedik ki, biz farklı görüyoruz, farklı bakıyoruz fanzine, yazan insanlara fanzinin bir derdi olması gerektiğinden bahsettik. Doğal olarak buna göre çıkartmaya başladık sayıları. Onun dışında dediğim gibi, fanzin var mı etrafta? Saydığım birkaç fanzin dışında yok bir şey.

J.K.: Zaten onlar da bilinen fanzinler. Periyodik olarak çıkmak konusundaki sorunlar da hem yazılar yüzünden, temalar yüzünden, hem belki de kişisel işleriniz yüzünden, hayat koşuşturmacası yüzünden, bir yandan da dağıtımla, insanlara ulaşmakla ilgili problemlerden kaynaklandı mı?

H.T.: Valla, ulaşma problemlerimiz var, vardı, oldu da. İlk sayılarda çok oldu; o yüzden biz... Burada şey var, fanzinlerin para sorunu var. Fanzinleri çıkartan arkadaş verir, kim çıkartıyorsa... Para kazanma gibi bir dertleri yoktur; giderler dağıtırlar. Orada, İzmir’e gönderdiğimiz bir sayıda sorun yaşadık. Bayağı yüklü bir sayı gönderdik.  Fotokopi de olsa... kimisini gidip fotokopiden çıkartmamıştık işte çizimler güzel gözüksün diye bir dijital baskıcı da çıkartmıştık bir sayıyı. Normal dergi boyna getirmiştik olayı. Elli tane falan götürmüştük; orada bir sorun yaşadık. İlk birkaç sayıda bayağı bir sorun yaşadık. Sonra devrimcilerin kendi yayınlarını elden dağıtma olayına götürdük, elden dağıttık. İstanbul’da sadece Mephisto’ya verdik. Ankara’da İmge’ye verdik.

J.K.: Şimdi şöyle bir şey... Şehir dışından ulaşmak isteyenler size doğrudan doğruya yazarak, bana fanzinden gönderin, diyerek ulaştı diyelim ki, siz onlara gönderdiniz herhalde... Onlar kendileri kopyalayarak istedikleri kadar...

H.T.: Kopyalasın, ister yapmasın...

J.K.: Böyle geri dönüşler oldu ama değil mi? Dağıtım problemini çözmek için nokta atışı yapmak; geri dönenlere fanzin göndererek nokta atışı yapmak en doğrusu.

H.T.: Biz hepsine dedik zaten, biz fanzini gönderelim, kargo ücretini siz ödeyin bize gerek yok. Çoğu arkadaşa da çevrenizde varsa dağıtacağınız arkadaşlar o kadar gönderelim istiyorsanız. Biz basalım yani, sizin paranız yoksa, biz yapalım biz gönderelim. Zaten yapmışız, çıkartmışız onca parayı, birkaç tane daha çıkartalım.
Bu yeni çıkartacağımız sayı için de biz çalışmaya başladığımızda İstanbul dışında bayağı bir yerden talep geldi bize de gönderin diye. Göndereceğiz.

J.K.: Şimdi sekizinci sayısı çıkacak değil mi? Sekizinci sayının teması ne ya da ne yapmayı düşünüyorsunuz?

H.T.: Yedinci sayıdan sonra çıkartacağımız bir sayı vardı; yazarların o kısıtlama olayından sonra çıkartmamıştık... O temanın aynısını yapacağız. Bir otobüs durağındasın, yerde bir kağıt görüyorsun, kağıtta yardım et yazıyor, bir telefon numarası var. Telefon verdik. Son rakamı yok numaranın. Yazarlara dedik ki, son bir rakam ekleyin ve arayın. Çıkartın öyküyü, ne çıkar, nasıl bir şey çıkar bilmiyoruz...

J.K.: Telefon numarasını kafanızdan mı uydurdunuz? Bu telefon numarasının sonuna son rakamı ekleyip aramaya başlarsak kimlere ulaşacağız?

H.T.: Kendi numaramı verdi, son rakamını sildim.

J.K.: Sana mı ulaşacaklar yani? Çözümü sen mi sunacaksın?

H.T.: Kopyacılık yapıp ararlarsa kötü olur.

J.K.: Hakikaten fiilen aramaya başlayanlar olabilir mi, diye düşünüyorum?

H.T.: Yok yok. Yazarlara bire bir söyledik, yapmayın dedik ama fanzini alıp arayan olur mu bilmiyorum. Son numara vermedik çünkü.

J.K.: Enteresan olabilir. Sana yüzlerce insan ulaşırsa çok tuhaf bir durum söz konusu olabilir burada.

H.T.: Numarayı değiştiririm. Daha basmadık.

J.K.: Peki nasıl ulaştırabilirler yazdıklarını bu temada ya da bu çerçeve içinde size?

H.T.: Şu an için sadece Facebook’ta Yedek Parça diye bir grup var. Oradan bize yazabilirler. Orada duvara yazarlarsa biz direkt mesaj atarız arkadaşlara. Duvar zaten açık herkese. Ben yazı vermek istiyorum ya da ben iletişime geçmek istiyorum, dediklerinde...

J.K.: Duyuru için de sadece Facebook’u mu kullanıyorsunuz?

H.T.: Şu an için öyle.

J.K.: Bir blog yahut da bir internet sitesi?

H.T.: Yok hayır. Blog vardı ama biz kapattık. Son sayıyla bayağı bir boğulmuştuk. Son sayıda üç dört arkadaş birden, bizi kısıtlıyorsunuz, yazamıyoruz, bizi özgür bırakın demeye başlayınca... Biz fanzini böyle anladık, herkes kendi yoluna gitsin, bakalım ne olacak dedik. Bu yeni sayı da zaten Burak’ın biraz zorlaması oldu. Ben ve Hamdi kendi işlerimize dönmeye başladığımızda Burak da çalışıyordu. O Hamdi’ye de bana da bayağı bir dayattı.

J.K.: Bütün bunları soruyorum çünkü şöyle bir durum söz konusu; biz de Yer6 Hafıza’da fiziksel olarak bu fanzinlerin fotokopi hallerini elimizde bulundurmakla beraber, bunları arşivlemekle beraber bir yandan da pdf formatına da aktarıyoruz; 31 Mayıs’ta açıkladığımız da oydu... Yüzün üstünde fanzini biz kendimiz tarayarak oluşturduk. Bir de tabii internet ortamında halihazırda bulunanlar vardı, onlardan alarak, korumak için gene arşivimizde bulunsun, diye böyle bir elektronik arşiv oluşturmaya başladık. Bunun yanı sıra mikrofilmlere aktarmak gibi bir niyetimiz de var en son aşamada. Bir taraftan da fiziksel arşivin daha değerli olduğuna ilişkin bir kanaatim var şahsen. Bilmiyorum katılır mısın ama? Onun için özellikle soruyorum; elektronik ortamda ne kadar bulundu Yedek Parça? Mesela bir blog sitesi var idi; ondan zaten vazgeçmişsiniz, sadece duyuruları yapmak için kullanıyorsunuz Facebook’u... Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Sadece bloglarda devam eden fanzinler var... Sadece pdf formatıyla çıkan fanzinler var... Bir de sadece basılı olarak bulunanlar var ki, bazı arkadaşlar geri döndüler elektronik arşiv konusunda bize, istemediler pdf olarak bulunmasını internet ortamında, basılı olarak kalsın dediler...

H.T.: Yedek Parça’nın sizin çalışmanız dışında pdf olarak bulunmasını biz de hiç istemedik. İnternet ortamında bütün yazılarının olmasını da istemedik. Eğer okumak isteyen varsa gitsin alsın ya da bize ulaşsın biz gönderelim, dedik. Elimizde materyal olsun. Bizim önem verdiğimiz basılı olan üründür. Onun dışındaki hiçbir şey... pdf olarak Yedek Parça’yı bulundurmayı biz şahsen istemedik. İlk başta elimizde bütün pdfler vardı. Bunu tartıştık ve kendi içimizde dedik ki, yapalım mı yapmayalım mı? Vazgeçtik, çünkü blogu oluştururken bile ilk sayılardan bir iki yazı koyduk sadece. Hiçbir şekilde bütününü koymadık. Koyarken de zaten yazarlara haber verip koyduk. Bak bu yazıyı koyuyoruz diye. Onun dışında çok isterlerse bize ulaşırlar, biz göndeririz. Elimizdeki Yedek Parça sayılarından fotokopi çekip göndeririz, eski sayıyı isteyen olursa ondan fotokopi çeker göndeririz ama öyle göndeririz. Bizim orada olmasını istediğimiz şey sizin çalışmanızdı. Sizin çalışmanız olunca dedik, biz bütün elimizdekileri verelim onlarda da bulunsun.

J.K.: Biraz çaba gösterilmesi gerekiyor değil mi bir şeye erişilmesi için? Birçok avantaj sağlıyor internet ortamı, senin belki de hiçbir zaman ulaşamayacağını düşüneceğin insanlara da ulaşmanı sağlıyor olabilir fakat çok küçük bir çabayla ulaşmasını sağlıyor o senin yaptığın, ortaya çıkartmak için emek harcadığın fanzine. Doğrudan doğruya ekranına düşüveriyor ve o, oradan onu okuyor mu okumuyor mu; çünkü çok az bir çaba sarf ettiği çaba. Belki de biraz daha fazla emek harcaması lazım okuyanın da tıpkı bir araya gelip yazan insanlar gibi...

H.T.: Şimdi pdfe, internet ortamına düşünce... okuyup okumama dedin ya, adam internetten indirdiği andan itibaren tamam, ben bunu okudum arkadaş deyip bırakabiliyor ya da sadece orada kalabiliyor olaylar. Blog yazarı oluyor ya da blogtan bir fanzin çıkartıyor, bütün gününü orada geçiriyor, gerçek bir materyal elinde kalmıyor. Hiçbir şekil altında bir ürün elinde kalmıyor. Bütün her şeyi sanal ortama aktarırsan, her şeyi sanaldan yaparsan gerçekle bir bağlantın kalmıyor bir yerden sonra. Tamam, sanal ortamı kullanman gerekyor ama bu her şeyini oraya götüreceğin anlamına geliyor mu? Yok, bize göre değil. Biz de zaten o yüzden yapmadık. Mesela, blogta da eski grupta da... biz çünkü grubu silmiştik bir ara yedinci sayıda kapattığımızda fanzini bitirdiğimizde, o grupta da yeni açtığımız grupta da Hamdi’nin hiçbir çalışması yok ve koymayacağız. Bütün çizimlerini kendi Deviantart’taki kendi üyeliğinden veriyor, onun dışında fanzin dışında biz koymuyoruz sanal ortama. Kendisi de istemedi, biz de istemedik.

J.K.: Biraz da insani ilişkinin bozulmasına sebep oluyor aslında. Fanzin öyle bir mantık da getiriyor bir yandan; elden ulaştırılması gibi bir durum söz konusu ya hani devrimci mantıkta da o bir eylem aslında. Elbette bir suç unsuru olarak bahsetmek saçma olur belki ama en azından yasa dışı olduğunu söylemek mümkün olabilir, bu edebi yazıların. Bir de elden ulaştırılması durumu bir insani ilişki gerektiriyor aynı zamanda. Ben gelip sana, ‘ya fanzinden var mı? Bana da bir tane versene ya da kopyalayalım gidip şurada, dediğim zaman bir insani ilişki oluşturmuş oluyorsuz; karşılıklı iletişim kuruyoruz. Seni arayıp sorabiliyorum: Nereden bulurum, diye. Pdf olduğunda, internet ortamında bulunduğunda bu insani ilişki tamamen ortadan kalkmış oluyor ve fanzin mantığının dışında bir şey gelişmeye başlıyor gibime geliyor.

H.T.: Fanzin ya da bizim anladığımız fanzinin biraz mantığı öyle. Biz Yedek Parça’yı çıkartırken, Yedek Parça’nın mantığını oluştururken de fanzin yasal olmayan bir yayın organıdır; fotokopiyle çoğaltılır, elden dağıtılır, dedik. Bize bakarsan ya da bize sorarsan fanzinin mantığı devrimci geleneğe dayanır. Nazi Polonyası ya da Almanyasında partizanların yaptığına ya da Sovyetlerde partizanların yaptığına, Rusya’da, Çarlık Rusyasında partizanların yaptığı o bildirileri elden dağıtma... Mısır olayını söylemiştin...

J.K.: Mısır’da benzeri oldu, evet.

H.T.: Fanzin mantığı odur. Anlatmak istediğin bir derdin vardır; yasal olmamak zorundadır zaten, yasal olduğu sürece sen neyi anlatabilirsin ki? Yasal çerçevenin dışına çıktığın zaman zaten fanzini oluşturursun. Yasal çerçevenin içinde kaldığın süreç içinde bir fanzin oluşmaz orada.

J.K.: Bir dergi çıkar ortaya zaten sonuç itibariyle.

H.T.: O da olabilir yani, dergi çıkartmak isteyenler dergi çıkartır. Burada şunu da söyleyeyim yani, fanzinciler dergi çıkartabilirlerü fanzinciler her yere yazı yazabilir ya da her ürünü yapabilir ama onun dışında hiçbir şey... Fanzin çıkartacaksa yasal olmaması gerekir.

J.K.: Peki Yedek Parça’yı biz pdf formatında arşivimize alıp, açabilir miyiz internet ortamında insanların kullanımına açabilir miyiz?

H.T.: Tabii.

J.K.: Hayri çok teşekkür ederiz katıldığın için programa. Ayrıca elindeki kişisel arşivinden bazı fanzinler de getirmiş Hayri bizim için; onlar için de özellikle teşekkür ederim.

H.T.. Önemli değil.

J.K.: Yedek Parça’nın sekizinci sayısında da iyi şanslar dilerim size. Umarım çok güzel yazılar gelir insanlardan; duyurmaya çalıştık biz de ama...

H.T.: Sağol. Yazıların çoğu geldi zaten. Bakalım, artık insanlar beğenirse.

J.K: Bu belki de son fırsat yazı göndermek için size...

H.T.: Bize ulaşsınlar, belki bu sayı olmaz da bir başka sayıda olur.

J.K.: Çok teşekkürler.

H.T.: Ben teşekkür ederim.

J.K.: Herkese iyi akşamlar.

27 Mayıs Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


Version:1.0 StartHTML:0000000262 EndHTML:0000040786 StartFragment:0000002484 EndFragment:0000040750 SourceURL:file://localhost/Volumes/BLACK/A_jansetkaravin/yer6haf%C4%B1za/podcast/A_27%20May%C4%B1s_KARADEN%C4%B0Z%20%C4%B0SYANDA/27%20May%C4%B1s%202011.doc
Yer6 Hafıza
27 Mayıs 2011
Karadeniz İsyanda
Janset Karavin

Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar, ben Janset Karavin. Bu akşam yanımızda Karadeniz İsyandadır Platformundan iki arkadaşımız var. Hoş geldiniz! İsimlerinizi de söyleyin siz kendiniz ve başlayalım...

Muhsin Kemal Şimşek: Muhsin Kemal Şimşek. Hoş bulduk.

Eren Dağıstanlı: Hoş bulduk. Eren Dağıstanlı.

J.K.: Eren Dağıstanlı... İlk önce Karadeniz İsyandadır nedir diye sormak istiyorum size? Nasıl bir platformdur? Nasıl oluşmuştur? Çok kısaca insanlara bundan bahsedebilir miyiz biraz?

E.D.: Karadeniz İsyandadır Platformu, bundan yaklaşık bir buçuk sene önce, 2009 yılında, Senozlu kadınların –Çayeli, Senoz havalisinde- hidroelektrik santrali şantiyesini taşlamasından sonra İstanbul’da Senozlu gençlerin bir araya gelerek bu hidroelektrik santrali yapan Karadeniz Elektrik A.Ş. önünde; Capitol Üsküdar’da bir eylem yapması ve bu eylem neticesi toplanan bir grup insanın oluşturduğu ve bugüne kadar gelen bir topluluk.

J.K.: Bir eylemle başladı ve sonra başka eylemlerle devam etti...

E.D.: Evet bir eylemle başlıyor ve bütün vadileri kapsayan... Bütün vadilerin İstanbul ve büyük şehirlerdeki sesini oluşturmaya çalışan, nükleer ve termik santrallere karşı, yaşamı tehdit eden her şeye karşı mücadele eden Karadeniz tabanlı bir grup.

J.K.: Herkesin kişisel olarak da katkıda bulunduğu; yaşamsal bir şey söz konusu burada.

E.D.: Evet.

J.K.: Ve hiçbir örgütlenme söz konusu değilken ortaya çıkan bir hal; çünkü yaşama ilişkin bir şey ve daha sonra devam eden bir birliktelik.

E.D.: Doğrudan örgütlenme, doğal olarak aslında...

J.K.: Doğal, doğrudan ve yatay bir örgütlenme.

E.D.: Evet evet!

J.K.: Peki neler yapıyorsunuz?

E.D.: Neler yapıyoruz? Bir buçuk senedir, Karadenizdeki birçok yerelle beraber İstanbul’da şirket önlerinde, onların yaşamını tehdit eden; vadilerde hidroelektrik santrali yapmak isteyen şirketlerin önlerinde eylemler yapıyoruz. Bunun dışında, nükleer santrallere karşı bir takım çalışmalar yapıyoruz. Böyle ne yapıyorsunuz, deyince o kadar çok şey sayılabilir ki...

J.K.: Şunun için soruyorum; İstanbul’da burada, Taksim civarında bir iki eyleminize denk geldim sadece. Çernobil’in yıldönümünde yapılan eylemi Galatasaray’da meydanda seyrettim ben de. Ama bildiğim kadarıyla şehir içinde bu kadar yoğun eylem yapma taraftarı değilsiniz, daha çok o bölgede yapıyorsunuz değil mi eylemleri?

E.D.: Şöyle oluyor; Taksim’de eylem yaptık, nasıl yaptık? Birincisi bu tip genel eylemleri, merkezi eylemleri Taksim ya da Kadıköy’de olmak üzere, mitingler ya da büyük yürüyüşler şeklinde yapıyoruz. Onun dışındaki eylemleri, bölgedeki gelişen hassasiyetlere göre şirket kapılarında yapıyoruz.

J.K.: Ve bölge insanıyla beraber.

E.D.: Evet, bölge insanıyla beraber, hep beraber yapıyoruz tabii ki. Şirket kapılarında yapıyoruz. Nasıl oluyor? Loç Vadililerle beraber –Kastamonu, Cide, Loç Vadisi- Kabataş’taki şirketin önünde yapıyoruz. Başka bir yerde başka bir şirket önünde yapıyoruz. Doğrudan eylemi savunan bir grubuz. Bunun sebebi de çok basit; köylerdeki insanlar, arkadaşlarımız orada köylerini savunurken şirket yetkilileriyle, şantiye çalışanlarıyla göğüs güğüse mücadele ederken, bizler de burada onların tabiri caizse borazanlığını yapıyoruz. Biz de İstanbul’da da bakın bunları destekleyen bu insanlar var, bu insanlar yalnız değillerdir ve sen orada onu yapıyorsan biz de burada senin şirketinin kapısına dayanırız, gerekirse camını kırarız, diyoruz.

J.K.: Anlıyorum. Peki bir şey soracağım sana; biraz kışkırtıcı bir soru olacağını biliyorum program öncesinde yaptığımız sohbetten ama, Karadeniz neden isyandadır?

E.D.: Karadeniz 1986 20 Nisanında Çernobil nükleer faciasından sonra ölüme terk edilmiştir. Devletin o günkü bütün yetkilileri –ki bugün de bu sahtekarlık hala daha devam etmektedir,- radyasyonun olmadığını, Çernobil’in bir etkisinin olmadığını söylemişlerdi. Sanayi Bakanı Cahit Aral çay içmiş, o dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren: ‘’Radyasyon kemiklere iyi gelir!’’ demiştir.

J.K.: ‘’Radyasyon kemiklere iyi gelir!’’

E.D.: Evet! Gayet kemiğimize iyi geldi; o yüzden sadece Hopa’da ölümlerin %47’sinden fazlası kanser!

J.K.: Kanser yüzünden... Ne kanseri oluyor insanlar?

E.D.: Akciğer, troid...

J.K.: Sen de Hopalısın bildiğim?

E.D.: Ben de Hopalıyım.

J.K.: Bire bir yaşadığın bir şey olduğu için doğrudan sana...

E.D.: Sorunun akışını değiştirmeden aslında devam edelim çünkü orada biraz duygusallık da işin içine giriyor.

J.K.: Tamam, haklısın... Karadeniz neden isyanda?

E.D.: Buradan başladı hikaye; ondan sonra hemen 86’nın sonrasında Karadeniz sahilyolu dediğimiz gerçek bir ucubeyle sahillerimiz yok edildi. Karadeniz denizinden kopartıldı, ‘’Kayadeniz’’ halini aldı. Bugün televizyonlarda izlediğiniz çok güzel reklamlar var ya hani, duble yolllar; o duble yolar bizim hayatımızı mahvetti! Balıkçılığı, bambaşka bir kültürü yok etti. O dönemde Fırtına Vadisindeydi hidroelektrik santral. Fırtına Vadisi direnişi zaferle sonuçlandı, taş ocakları, nükleer santraller, termik santraller, hidroelektrik santraller, Çaykur, Fiskobirlik derken Karadenizli artık gerçekten isyan etti. Zaten isyanı başlatan bizler değiliz, oradaki insanlar. Oradaki insanların canı yandı, canı yandığı için sokaklara çıktılar. Bağırmaya, kızmaya, öfkelenmeye başladılar.

J.K.: Taş atmaya başladılar.

E.D.: Taş atmaya başladılar Senoz’daki kadınlarımız. Şirketleri taşlamaya başladılar. 86’dan bu yana yoğun olarak... 86 tabii bir milat değil; onun öncesinde de Karadeniz’de birçok kötü gidiş var ama...

J.K.: Gene var ama önemli bir milat gene de...

E.D.: Önemli bir milat! Bizim için. Karadenizliler için 1986 yılı acı demektir, ölüm demektir.
Nükleer santrallerle ilgili bu sene bir bildiri bastık biz, kitapçık gibi; yazdık orada: Çernobil’in 25. Yılında, 25 neden. 25. neden aslında tek nedenimizdir bizim; Çernobil’i yaşadık bizler. Bizlerin nükleer karşıtı olmamız için zaten başka bir gerekçeye ihtiyacımız yok.

J.K.: Bu yüzden isyanda Karadeniz. Bu doğal bir hareket yani esasında. Tamamen samimi bir hareket. Kendiliğinden doğan bir hareket. Çernobil’e değinmişken, o konuda hakikaten bir şeyler söylenmesi gerekiyor. İnsanlar bunun farkında değiller. Mesela sizler Karadenizliler olarak zaten yaşadınız bunu ve yaşıyorsunuz halihazırda ama insanlar bu hiç olmamış gibi düşünüyorlar çünkü medyanın böyle bir tavrı var. Ne oldu? Olan oldu! Çaylar içildi, bakan da çıktı içti gayet güzel, hiçbir problem yok, olaylar bitti diye düşünüyorlar.

E.D.: O dönemle alakalı yürütülen çeşitli politikalar var. Zaten darbe döneminden bahsediyorsunuz. O dönem basının bunu bilinçli olarak sakladığı... Bunlarla alakalı raporlarda -Çernobil’i Yaşamak diye bir blogumuz var; oradan da ulaşabilirler, karadenizisyandadır.org’tan da ulaşabilirler bu raporlara- bilinçli bir yasaklama dönemi vardı ama bugün geldiğimiz dönemde... 25 yıldır bu ülkede hiç mi bir şey değişmedi? İsimler değişiyor ama baki kalan bu sistem... Bugün de birileri çıkıyor nükleer santrali tüpe indirgiyor. Birileri çıkıyor; T.B.M.M. Kanser Araştırma Komisyonu -Fukuşima patlamadan iki üç ay öncesidir büyük ihtimalle... Akkuyu ve Sinop için hala hazırlıklar devam ediyor- ve diyorlar ki: ‘’Karadeniz’de kanserin artışının Çernobil’le alakası yoktur!’’ Araştırma Komisyonunun yaptığına baktık, ciddi, bilimsel bir araştırmadır diye. Üç gün, diyor bölgede gezdik, diyor ve insanlarla konuştuk. İnsanlaral konuşarak siz, radyasyonun ya da kanserin artıp artmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Bizim zaten insanlarımız ölmüş. Mezarlıklara baksalar, doğum ve ölüm tarihlerine baksalar Karadeniz’de ne kadar kanser artışının olup olmadığını çok kolaylıkla saptayabilirler. Ve araştırma yaptık, diye dalga geçercesine bizlerin önüne çıktılar. Niçin? Bu çaba niye? Çernobil’in bir etkisi yoktur çabası niye? Çünkü bu ülkede nükleer santrali kurmak istiyorlar, bunun bir alt çalışması olarak bunu yapmak istiyorlar.
Peki Çernobil mi, sadece nükleer santral mi bizim hayatımızı yok ediyor? Hayır! Hidroelektrik santraller? Diyorlar ki elektrik üretimi, şu, bu... Bu katiyen yalandır, kesinlikle yalandır. Bunu her yerde söylüyoruz; gene söyleyeceğiz. Çevre Bakanı açıkça demiştir ki: ‘’Bize kızıyorlar suyu satıyoruz diye,’’ diyor, ‘’hayır,’’ diyor, ‘’satmıyoruz, 49 yıllığına kiralıyoruz!’’ şirketlere kiralıyoruz diyor, istediğini yapsın diyor. Bu çok net ve açık; kendilerinin söylemidir. Suyun kullanım hakkını şirketlere devrediyorlar.
Peki bundan sonrası? Hidroelektrik santrallerden sonrası? Akmayan dereler, bozulan ekolojik denge, elektrik iletim hatları; bu iletim hatları şehirlerin içinden, vadilerin içinden geçiyor bunlar da kanserojen etki yaratacak, ikinci bir Çernobil daha olacak.

J.K.: Ve oysa Karadeniz’de doğal yaşamdan kopartmak mümkün değil hayatı... Büyük kısmı zaten küçük yerleşim birimlerinde ve dağınık olarak... Bu gözlemlenen bir şey zaten, Karadeniz’in yerleşim şekli bu zaten ve doğayla iç içe yaşayan insanlar. Doğa yok olduğu zaman bunun beraberinde Karadenizdeki kültürün yok olması söz konusu olabilir mi? Karadeniz İsyandadır Platformu zaten bu şekilde bir araya gelen bir platform öyle değil mi? İnsanlar, kendi kültürlerini korumak istedikleri için bir aradalar zaten.

E.D.: Tabii ki. Dünyada bugüne kadar yapılan baraj çalışmalarında yaklaşık 40 ila 80 milyon arasında insan göç etmek zorunda kaldı. Karadeniz’de bugün Artvin’de 30 bin insan Deriner Barajı sebebiyle göç tehlikesiyle yüz yüze.

J.K.: 30 bin kişi!

E.D.: Evet, 30 bin insan göç tehlikesiyle yüz yüze; zaten Karadeniz türkiye’nin en çok göç veren bölgesi. Ve bu insanların göç etmesi, oraların insansızlaştırılması, doğal yaşamın yok edilmesi sadece ekolojik bir yıkım mı? Sadece ağaçların kesilmesi, derelerin kurutulması mı, daha mı fazlası mı yoksa topyekün bir yaşamın yok edilmesi mi?
Şöyle söyleyeyim; ben Lazım. Lazlar, Rumlar, Gürcüler, Ermeniler, Megreller, Çepniler bu insanların hepsi; yedi sekiz kültür topluluğundan bahsediyorsunuz, buların dillerinden, enstrümanlarından, halk oyunlarından bahsediyorsunuz, müziklerinden bahsediyorsunuz, bir çok kültürü topyekün yok etmekten bahsediyorsunuz.

J.K.: Ve bunu ne için yapıyorsunuz?

E.D.: Kar hırsı için, para için, daha çok para için! Bu noktada bu insanların zeka düzeyini cidden sorgulamak gerekiyor.

J.K.: Bu döneme kadar birçok şey yapıldı, değil mi? Mesela davalar açıldı bireysel olarak... Onu da size sorayı; siz avukatsınız bildiğim kadarıyla, doğru mudur?

M.K.Ş.: Evet.

J.K.: Bu davalardan olumlu sonuç alındı mı? Kişisel davalar da var zannediyorum, bir araya gelinerek açılanlar da var...

M.K.Ş.: Davalar açıldı... Sağolsun çok da güvenle bakmadığımız yargımız bu konuda adil davrandı ve yürütmeyi durdurma kararları verdi, iptal kararları verdi ama -bizim ekip olarak düşüncemizi ifade eder sanırım...- yargı kararlarının da çok güvenilir olmadığı durumu açığa çıktı. Çünkü, yargı istediği kadar karar versin, kararlı bir iktidar o yargı kararlarını görmezden gelmeyi sağlayabildi. Bu yargı kararlarının uygulanmasını bire bir emirlerle engellemesi biçiminde de yaptı, yapamadığı noktalarda çıkarttığı yeni yasalarla, yasa değişiklikleriyle, yeniden açtığı ihalelerle vesaire uygulamayı çok güzel başardı. Demem o ki, adalet denilen şey benim, irademi, temsil etsin diye bir kuruma devretmemdi ve hukuk kuralları bununla oluşurdu oysa bunun dışına çıktı; beni temsil etmeyen, hukuku da uygulamamayı sağlayan bir devlet yönetimiyle baş başa kaldık. Bu, kar hırsıyla vesaireyle yapıldı... O anlamda, uzatmayayım; biz hukuksal haklılık vesaire peşinde değiliz ya da herhangi bir hak arayışını bir şeyle temsil etmek durumunda değiliz. Biz diyorz ki: Biz yaşamı savunuyoruz. Savunduğumuz şey yaşam olunca, yaşamı korumak için şu ya da bu yasa maddesini uygula benim için demek yerine yaşamsal bir savaş veriyoruz ve hiç kimseden icazet alma ihtiyacı duymuyoruz. Yargı dahil hiç kimseden icazet almak ihtiyacı duymuyoruz.

J.K.: Zaten biraz tuhaf olmuyor mu...

M.K.Ş.: Uygulamak isteyen uygular, uygulanmazsa zaten biz yargı kararına saygılıyız demek durumunda olmadığımız söylüyoruz; isyanımızın nedeni bu. Önemli olan meşruiyetse yaşamdan daha meşru hiçbir şey omadığı için bizim önümüze set çekebilecek hiçbir gücün olamayacağını her zaman açıklıkla ifade ettik.

J.K.: Zaten bu duruma sebebşyet veren mekanizmaya başvurmak biraz gülünç duruma düşmek oluyor... Zaten o mekanizma olumlu karar vermiş olsa bile sonuç itibariyle aynı mekanizma başka bir karar alarak onu bozuyor.

M.K.Ş.: Bir şeyi söylemek isterim; demin çağrıştırdı; hukuk dışında... aslında hukuğun da içinde... Demin Eren söz ederken ne için, para hırsı için bunlar yapılıyor diye, bir anda aklıma hükümetin Dersim Katliamıyla bir partiyi suçlaması ve onun yaptığı yıkımı sürekli gündemde tutması ve bunun bir asmilasyon politikası olduğunu dile getirmesi söz konusuydu. Savunusu da şu; dün onu yapanlar, bugün kendilerini meşru kılamazlar. Ben çok merak ediyorum; bugün Karadeniz’deki aslında açık olan ama gizledikleri asimilasyonu otuz yıl sonra neyle ifade edebilecekler? Onların bir bakanı da çıkıp ileride, eh o da o dönemde olması gereken bir şeydi, dediğinde ne yapacaklar?

J.K.: Çok enteresan hakikaten de. Açıktan açığa yapılan bir şey ve insanların yaşamlarına ilişkin, hayatlarına dokunan bir şey olduğu için de tepki verdikleri bir şey ve buna rağmen devam etme çabası içinde olması devletin ve biz bunları kiralıyoruz şeklinde bir tavırla...

M.K.Ş.: Her şeye rağmen diyerek yapıyorlar bunu. Her şeye rağmenin karşısında savunma mekanizmasının da her şeye rağmen lacağını tahmin ediyor oolduklarını düşünüyor; o kadar aptal olduklarını düşünmüyoruz ama aptalca çok şey yapıyorlar, evet.

J.K.: Fırtına Vadisinden bahsetmiştin ya, o bir zaferdi diye ifade ettin ama galiba daha sonra oralarda bir şeyler yapıldı, mesela derenin aktığı yerden bahsettin, beton bloklardan... Hakikaten bir zafer olarak nitelenebilir mi?

E.D.: Fırtına Vadisi zaferdi evet. Fırtına Vadisinde hidroelektrik santral yok. Benim program öncesinde bahsettiğim biraz daha duygusal bir şeydi aslında. Bugün aslında Fırtına Vadisi örnek bir direniştir, semboldür, herkes de bundan örnek çıkarmalıdır. Ama Fırtına Vadisinin yukarısında Ayder Yaylası var -yaylalar da bizim için çok önemli; şimdi oralarla alakalı başka düzenlemeler falan geliyor- 

J.K.: Bir yol çalışması var değil mi? Yayla Otoyolu...

E.D.: Evet, yayla otoyolu... Daha henüz gündeme getirmediler...

J.K.: Çılgın Projelerden birisi gene...

E.D.: Evet, bizim de bir projemiz var; direnme projesi, inatla, çılgınca direneceğiz biz de.
Ayder Yaylasında yedi sekiz katlı beton binalar var, oteller var; o da insanın yüreğini acıtıyor. Bu benim için tabii özel bir durumdu. Onun dışında Muhsin hocamın dediklerine birkaç ekleme yapmak lazım burada... Sanırım çok da önemli bu ekleme; seçimlerin de aslında önemi ya da önemsizliği ortaya çıkacak burada. Bugün mevcut iktidar gittiğinde ya da başka bir iktidar geldiğinde bu projelerin devam etmeyeceğini düşünenler varsa yanılıyorlar. Çünkü ne yazık ki zaten şirketler bu ülkeyi yönetiyorlar. Şirketlerin borusu ötüyor. O yüzden bizim dile getirdiğimiz antikapitalist yaşam savunusunu iyi görmek lazım.

J.K.: Zaten bu H.E.S. projelerinin birçokları şirketlere ait...

E.D.: Bir çok değil, tamamı! Çok değişen bir şey yok zaten, devlet eliyle yapılsa da değişen bir şey olmaz bizim için.

M.K.Ş.: Ona ilişkin hukuksal olarak da bir örnek çok net... Biz, Yaşam Yolculuğu’muz sırasında yürütmeyi durdurma ararına rağmen devam eden H.E.S. çalımalarının protestosu için şirket önlerine gittiğimizde, haklı bir nedenle gittiğimizde yasadışı eylem yaptığımız gerekçesiyle jandarmayla göğüs göğüse kalmak durumunda kaldık ve gözaltına alınıp soruşturulan bizler olduk. Yargı kararına rağmen...

E.D.: Gözaltı olmadı da...

M.K.Ş.: Takip edilen, pardon... Yargı kararına rağmen haklı çabayı manipüle edebilmenin yöntemleri çok doğrudan uygulanabiliyor. Onun için söylüyoruz; mücadele x partisine ya da y partisine karşı değil, mücadele bir zihniyete karşı. Başka bir algının oluşabilmesini açığa çıkartma mücadelesi.

J.K.: Sormak istiyorum; bahsetmek istiyordunuz. Yalnız eylemler değil, Karadeniz İsyanda’nın yaptığı ve Kadıköy’de gerçekleşecek bir etkinlikten bahsediyordunuz...

E.D.: Evet, biz genel olarak bu antikapitalist söylemi ortaya koyarken tabii ki hidroelektrik santrali yapan bir şrketten de destek almamalıyız. Başka şeyler geliştirmeliyiz; kısaca fon dediğimiz olaya topyekün karşı çıkmalıyız dedik. Evet buradan açıklıyor, kendimizi deşifre ediyoruz; biz fonlanıyoruz, geçen sene fonlandık(!) Şubat ayında bir dayanışma konseri düzenledik. O dayanışma konserinin paralarıyla fonlandık biz. Herkes geldi ve dayanıştık. Karadeniz’den yirmiden fazla sanatçı katıldı. Yirmiden fazla Karadenizli sanatçının orada sahneye çıkması Karadenizin topyekün ve yan yana isyanda olduğunun en büyük göstergesi. O zamanki sloganımız: Kültürüüz de şarkılarımız da yok edilecek, idi. Bunun üzerine kurmuştuk geçen seneki konsepti ve o dayanışma gecesinib katkılarıyla, bir sene boynca eylemleri, başka grupların; dayanıştığımız yerel grupların davaları gibi giderleri halletmeye çalıştık. Şimdi 5 Haziran Pazar günü Göztepe Özgürlük Parkı’nda, ‘’horon direniştir’’ temalı, yaşamlarımız ve isyanlarımız kardeştir, Munzur Karadeniz’e, Hasankeyf Akdeniz’e akar; bütün nehirler bizimdir, bu isyan hepimizindir, diyerek Marsis, Bajar, Luksus -Marsis bir Karadeniz rock grubu, Bajar bir Kürtçe rock müzik grubu ve Luksus da bir Balkan grubu- ve ayrıca Bayar Şahin, Ayşenur Kolivar, Aydoğan Tpal ve İsyan Korosu -bizim bünyeizde kurulmuş bir koro İsyan Korosu- katılımıyla, saat 16:00’da, ikincisni düzenlediğimiz dayanışma konserimiz olacak. Hep beraber olacağız ve gelen insanların katkılarıyla, istekleriyle önümüzdeki süreçte eylemlerimize devam edeceğiz.

J.K.: Bir sene daha götürebilmeyi umut ediyorsunuz belki de böylelikle... Bir süre daha en azından.

E.D.: Çok önemli değil. Yoksa da yok yani, paraya fazla ihtiyacımız da yok gerçekte.

J.K.: Yaşam Yolculuğu’ndan bahsettiniz az evvel...  O çok önemli bir şey bence, çok da güzel bir şey; eylemin kendisi zaten o. Bahsettim ya, ben burada bir iki eyleminize rastladım sizlerin; zaten birisi Çernobil’in yıldönümüydü, çok normaldi orada bir eylem olması, eylemin orada olması... ama şehir içindeki eylemler daha çok doğrudan hedefe yönelik eylemler şeklinde gelişiyor diyorsunuz siz de fakat o yörede yapılan eylemler çok daha önemli, biraz da belki isanları bilinçlendirmeye ihtiyaç var mı orada, bilmiyorum? Onlarla birlikte olmak eylemleri çok önemli; bu da gene öyle bir yelem ve yakında da gerçekleşecek sanıyorum?

M.K.Ş.: Bu bir etkinlik denilebilecek bir şey eylemden daha çok. Oradaki insanları bilinçlendirmeye ihtiyaç yok; gittiğinizde bunu çok net gördük. Oradan öğrenmeye ihtiyacımız var ve öğreten bir süreç oldu geçen yılki Yaşam Yolculuğumuz. Bu seneki Yaşam Yolculuğu’muzu da Eren bize anlatsın bir yarım dakika içerisinde bence...

E.D.: Geçen sene Yaşam Yolculuğu’muz Hopa’dan başladı Amasra’ya kadar bütün Karadeniz şeridini baz aldı ve orada insanlarla buşuştuk. Bu sene de, henüz daha netleşmedi ama 8 Temmuz’da bir Yaşam Yolculuğu planlıyoruz. Ayrıntıları da gene karadenizisyanda.org ya da Facebook’taki Karadeniz İsyanda hayran sayfasından takip edebilirler arkadaşlar... Herkese açık bir yolculuktur. Burada bizim yaptığımız, vadileri, şehirleri, köyleri... sadece turistik gezi değil; o insanlarla yan yana gelebilmek, o insanların dertlerini dinleyebilmek, eğer o gün orada bir Çevre Etki Değerlendirme Ç.E.T. toplantısı yapılıyorsa bunu hep beraber basmak, eğer bir kadın şantiyeye taş atacaksa beraber atmak, bir şeyleri beraber yapabilme derdiyle gidiyoruz. Orayı görmemiş arkadaşlarımızın orasını görmesi açısından, oradaki direnişi görmesi açısından gidiyoruz ve çok faydalı olduğunu düşündüğümüz bir...

J.K.: 8 Temmuz’da diye düşünülüyor ve insanlar bunu takip edebilirler, değil mi? Facebook ve...

E.D.: Zaten toplantı çağrısı yapacağız ve hep beraber toplantı yapacağız. Hep beraber gideceğiz, hep beraber yapacağız. Bunun toplantılarının duyurularını da açık bir şekilde yapacağız internet üzerinden; herkes katılabilir.

J.K.: Peki. Çok teşekkür ederim katıldığınız için programa.

E.D. M.K.Ş.: Biz teşekkür ederiz.

E.D.: 5 Haziran’da sizleri de bekliyoruz...

J.K.: İyi akşamlar diliyorum herkese.

6 Mayıs Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


29 Nisan Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi







Yer6 Hafıza
29 Nisan 2011
Janset Karavin
Zeynep Rojda Güvenç
Mehmet Aksoy

Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar, ben Janset Karavin.

Zeynep Rojda Güvenç: Ben, Zeynep Rojda Güvenç

J.K: Bugün programımıza telefon bağlantısıyla Mehmet Aksoy katılacak.

Z.R.G: Heykeltıraş Mehmet Aksoy.

J.K: Hatta hattımızda şu an kendisi. Alo?

Mehmet Aksoy: Efendim?

J.K: Merhabalar Mehmet Aksoy, nasılsınız?

M.A: Merhabalar, iyidir teşekkürler.

Z.R.G: Nasılsınız, diye sormak aslında biraz manidar olacak, çünkü üzgün ve yorgun olduğunuzu tahmin ediyoruz. İnsanlık Anıtının, insanlık ayıbına dönüşmesinden bahsedeceğiz bugün. Heykelin son durumu nedir, nerede kaldı?

M.A: Her gün bir parçasını götürüyorlar. Bugün omuz kısmından bir parça almışlar, yarın  öteki tarafa geçecekler, işte bu şekilde yirmi, yirmi beş parça halinde götürecekler… Bu Şahmeranın eti gibi oldu ya; Şahmeranın eti hastalanan padişaha iyi gelecekmiş, onun için işte Şahmeranı tutmuşlar böyle parçalara ayırmışlar, sonra çorbasını yapıp padişaha içirmişler ve padişah iyileşmiş. İşte böyle, seçimlerde heykelin üzerinden oy kazanıp iyileşmeye çalışıyorlar…

Z.R.G: Zaten bütün bu süreç Belediye Başkanının değişikliği ile başladı öyle değil mi?

M.A: Evet, işte o vezir dedi ki, bu heykeli yıkarsak siz oy kazanırsınız. İşte bu iş, tam bu Şahmeran hikâyesine döndü. O vezir, hikâyede ölüyor çünkü iksiri içiyor ve zehirleniyor. Padişah kurtuluyor ama vezir gidiyor, göreceğiz ileriki zamanlarda; bu neyi gösterecek.

Z.R.G: Peki, hukuksal süreciniz ne durumda?

M.A: Danıştay’a başvurduk…

Z.R.G: Bir de Cumhurbaşkanı’na mektup yazdığınızı biliyorum.

M.A: O, sessiz kalıp bu katliamı seyretti.

Z.R.G: Kültür Bakanı aynı şekilde…

M.A: Evet, o da: “Üzülüyorum, bu güzel bir manzara değil diyor,” sanki dışarıdan bakıyor, hâlbuki kendisi Kültür Bakanı, bu işin içinde.

Z.R.G: Yazınızda da çok güzel ifade etmişsiniz; boş bakanlar diye, çok muhteşem bir yazıydı, okuduğumuzda çok duygulandık. Aynı zamanda siz dünya çapında bir sanatçısınız ve Türkiye’deki bu sessizliğe rağmen dünyadan da çok tepki geldiğini biliyoruz.

M.A: Evet, dünyadan bayağı bir tepki geliyor; Almanya, İngiltere, Fransa… İşte her yerden…

Z.R.G: Fakat bu bile yıkıma engel olamadı değil mi?

M.A: Yıkıma engel olamadık ve bu gerçekten çok kötü bir şey ama yapacak bir şey yok. Türkiye’de bu konuya duyarlı bir kamuoyu yok. İsmi duyulmuş sanatçıların hiç birisinden cevap gelmedi.

Z.R.G: Biz geçen hafta Kars’a geldiğimizde de gözlemledik aynı şeyi; birçok okuldan otobüs gelmesini beklerdik, daha çok sanatçı görmek isterdik. Belli başlı isimler hariç ki, onlar da zaten müzik ve sinema sanatçılarıydılar; benim dikkatimi çekti bu. Belirtmek isterim; üzüldüm.

J.K: Geneli öyleydi, yine vardı canım Mehmet Güleryüz falan yanındaydı.

Z.R.G: Hayır, ama ben yine de Mimar Sinan’dan, Marmara’dan, Yıldız Teknik’ten, bir sürü yerden otobüs gelmesini beklerdim açıkçası. O desteği göremedim yani.

M.A: Evet, onu göremedik. Sanat öğrencileri, heykeltıraşlar, ressam çocuklar bayağı bir destek verdiler sağ olsunlar. Yirmi saat geldiler, yirmi saat geri gittiler…

Z.R.G: Bir de tabi sizin Türk heykeline kattığınız bir ivme var öyle değil mi?

M.A: Vallahi onu bilemiyorum…

Z.R.G: Peki, şey hakkında ne düşünüyorsunuz heykel birçok dönemde şiddete maruz kalan bir sanat dalı öyle değil mi? Rejimler değiştiğinde heykeller yıkılabiliyor ya da iktidar başındakiler beğenmiyorlar ve bir şekilde kaldırtabiliyor veya sürülebiliyor. Sizin de var sanırım değil mi sürülmüş heykelleriniz?

M.A: Evet evet.

Z.R.G: Heykel sanatının böyle bir handikapı var galiba?

M.A: Çünkü bir takım geri düşünceliler tarafından put gibi görülüyor. Bir de iktidar değişikliğinde rejimler yıktıkları rejimin heykellerini de yıkarlar. Şimdi bizde böyle bir şey yok, yani benim heykelim Stalin, Saddam ya da Mübarek’in heykeline benzemiyor. Burada savaş karşıtı bir anıt yıkılıyor. Heykelin iktidarın görüşüne karşı olduğunu düşünüyorlar ya da dine karşı gibi görüyorlar maalesef. Bu, çok üzücü bir şey ve beni olmadığım bir yere koyuyorlar. Yani ben insanların inancına son derece saygılıyım, onlara ne hakaret ederim ne de kötü bir söz söylerim. Annem evinde beş vakit namaz kılıyor, o zaman onu da kötü görmem lazım. O insan onunla mutludur, saygı duyarım, başka bir şey yapmam. Ama … lara baştakiler kullanıyorlar, insanlara göz kırpıp, yani geleceğe, şovenist bir kamuoyuna göz kırpıp onların…

Z.R.G: Hatta Vandalist.

M.A: …oylarını almaya çalışıyorlar heykelin üzerinden. Bu çok acı bir şey tabi ki.

J.K: Yanılmıyorsam daha evvel başka heykelleriniz için de böyle bir sorun yaşamıştınız, değil mi?

M.A: Evet, olmuştu. Mesela 1975’te İşçi ve Çocuğu heykeli Antalya’da bir gece gericiler tarafından yerle bir edildi, ben tekrar yaptım onu, sonra 12 Eylül’de kaldırıldı…

Z.R.G: Ki o heykelde bir baba ve bir çocuk vardı, değil mi?

M.A: Çocuğunu korumaya çalışan, onun geleceğine sahip çıkmaya çalışan bir baba. Çok normal bir şey, yani her babanın yaptığı şey aslında ama o heykel bile politize edildi. Yani inanamazsınız, buna rağmen 12 Eylül zorbalıkları o heykeli yıkamadı, bir direniş oldu Antalya’da ve heykel kurtuldu.

J.K: O heykel yıkılmadı yani, değil mi?

M.A: Evet, o heykel şu anda Antalya’da parkta onurlu bir şekilde duruyor. Melih Gökçek’in Periler Ülkesinde heykeli vardı kaldırıldı. işte … lik bir dava sonunda onu tekrar yerine koydurduk şu anda o da biraz harap bir vaziyette…

Z.R.G: Tam da onu söyleyecektim, o da işkence görmüş bir heykel.

M.A: Evet, işkence görmüş bir halde orada duruyor, onu inşallah önümüzdeki zamanlarda Melih Gökçek bittikten sonra düzelteceğim; tekrar eski güzelliğine kavuşacak.
 
 Z.R.G: Gerçi henüz çok yeni fakat İnsanlık Anıtı ile ilgili kafanızda yapmayı düşündüğünüz bir hareket var mı? Aynı temada başka bir heykel yapmak gibi belki?

M.A: Aynı temada bir heykel yapılabilir tabi ama kendisi, boyutu, mekânı farklı olur. Bu heykeli aslında ben gene Kars’a yakın bir yere Ardahan’a veya Sarıkamış’a oralarda bir yere koymak isterim, çünkü o mekâna ait bu heykel; böyle düşünüyorum. Ardahan’dan öyle bir teklif var, bakalım ne olacak. İlk önce şunu bir yıksınlar bakalım, iyice götürsünler…

Z.R.G: Kalan parçalar ne olacak peki?

M.A: Bir şey olmayacak yani…

Z.R.G: Çöp mü olacak?

M.A: Çöplüğe atıyorlar da işte belediyenin deposu diyorlar adına. Boş verin yani…

Z.R.G: Ki orada da çok sansasyon yarattılar, biliyorum. Size ödenen paranın miktarını abarttılar, ben birinci elden şahit olduğum için; o zaman öğrencinizdim çünkü. Şu anda yıkım için iki üç katı bir para harcandığını öğrendim ayrıca.

M.A: Doğru, iki katı para harcanıyor. Bana verilen para 120 bin Liraydı. Heykelin üzerinde üç sene çalıştık; on katlı bir apartman yüksekliğinde bir şey. Kullanılan betona o kadar para gider biliyorsunuz. Bu bir ideal için yapılmıştı gerçekten, savaş karşıtı, barış öneren bir anıttı yani insan olma yolunda ilerliyorsak… savaşların olmaması gerektiğini söyleyen bir anıttı. Kars halkına çok görüldü ve Kars halkı da gerektiği kadar sahip çıkmadı diye düşünüyorum. Bir dayanışma göstermek…

J.K: Yıkım için harcanılan miktar bildiğim kadarı ile 272 bin Lira; haberlerde öyle geçiyor.
Dolayısıyla iki katından biraz daha fazla.

M.A: Öyle tabii.

J.K: Hâlbuki bu miktardaki bir ödemeyi heykeli tamamlamanız için size vermiş olsalar doğal
olarak heykel çok daha iyi bir biçimde, hızla tamamlanır, öyle değil mi?

M.A: Tamamlanabilirdi ve o zaman da yarım bir heykel üzerinden konuşma ayıbını yaşamazdı Türkiye. Bitmemiş bir heykel üzerine iyi, kötü, çirkin, ucube gibi laflar edilmezdi. Ayrıca bu sanat kültürümüzün de olmadığını gösteriyor.

J.K: Zaten şu son dönem içinde benim görebildiğim kadarıyla, aslında herkes görüyor bunu, çünkü açıktan açığa yapılıyor; basılmamış kitaplar ve tamamlanmamış heykeller üzerine iktidarın bir sorunu var tuhaf bir biçimde. Bırakın ortaya konulmuş, sunulmuş olanları henüz ortaya konulmamış, tamamlanmamış sanat eserleriyle uğraşmaya başladılar.

Z.R.G: Üstelik nedense kişiler de sizin gibi aydın… Genco Erkal’la da uğraşıldığını biliyoruz. Aynı zamanda bu isimlerin de tesadüf olmadığını biliyoruz; bu daha da acı. Siz bu gidişat ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bir de bir şey daha soracağım; son zamanlarda gözlemlediğim bir şey… Şehri öyle bir hale getirdiler ki, İstiklal Cadde’sine yakın zamanda geldiniz mi bilmiyorum… çok değerli hocanız Şadi Çalık’ın heykeli önüne bir Shoping Fest torbası, Coca Cola şişesi ve vitrinler konuldu bu yüzden heykel görünmüyor… görünmüyor ve şehri böyle kafalarına göre işte böyle bir kitch haline getirme… işte taksim meydanına bir piramit diktiler ledlerden, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

M.A: Bunların hepsi bir kültür. Para hegemonyası var ve paranın dediği oluyor aslında. Hep bir safsata yani aslında. Böyle bir derinlemesine bir kültür bir şehirde… şehir mobilyaları, sokak mobilyaları bunlar, heykeller mekanın cazibe alanı; buraya ne kadar yaklaşılabilir bu konularda hiçbir bilgimiz yok, duygumuz yok.

Z.R.G: Bu konuda da eğitim almış birisisiniz değil mi?

M.A: Evet. Tabii ki bu da çok üzüyor beni. Bu çirkin yapılaşma ve çirkinlikler. Ya şu son İstanbul Boğazı Projesini gördüm, yani bu…

Z.R.G: Çok çılgın gerçekten değil mi?

M.A: Ya, çılgın falan değil bu. Amatör bir şey bu, rezalet bir şey, yani onu görünce…

Z.R.G: Çılgınlık olarak tanımlanır ya bir taraftan da.

M.A: Korkuyorum gördüğüm zaman…bunu alan ya… o kadar kötü ellerdeki bu… ne mimar ne mühendis hiçbir şey değil bunu yapanlar. Daha mektepte ilk projeyi yapmış gibi… o animasyonlar, o … lar inanılmaz kötü…

Z.R.G: Profesyonellikten uzak, değil mi?

M.A: Hiç ilgisi yok. O köprüden ne gemi geçer, ne adam; hiç bir şey geçmez… Böyle bir şey için tabi ki yarışma açılması lazım. Dünyanın en iyi mühendislerinin, mimarlarının yapması lazım. Belki heykeltıraşların da buraya dokunması gerekir ve orada ilk önce büyük bir araştırma yapılması gerekir oradaki coğrafi konumla ilgili, böyle bir araştırma da olması lazım…

Z.R.G: Kesinlikle, İnsanlık anıtında da yapmıştınız bütün bunları değil mi?

M.A: Tabii ki, oradaki bitkisel aura… orada tabii ki bunları yaptım. Bir komisyondan, bir koruma kurulundan ve Çekül’den geçti ve de oradaki yerel yönetimin meclisinden geçti. Ben tüm bunları yaptım ve üç senede halka açıkladım, çünkü dağın başında, halkın önünde yaptık biz bunu. Öyle kolay bir şey değil, yani gizli saklı bir iş yapmış olmadık. O zaman da Akp yönetimdeydi, Belediye Başkanı da Akp’liydi. Onların zamanında yapıldı hiç bilmiyormuş gibi yapmasınlar. Siz o zaman da vardınız şimdi niye uyandınız, yani onu sormak gerekiyor.

J.K: Bu genel gidişat konusunda bir düşünceniz var mı? Yani bu nereye varacak? Açıkçası endişe ediyoruz biz genç sanatçılar olarak, diyelim sizin yanınızda müsaadenizle. Mehmet Aksoy ne düşünüyor bu konuda?

M.A: Bu gidişat falan değil. Demokrasinin tekerleri patlamış, arkasından kıvılcımlar çıkararak yokuş aşağı gidiyor. Demokrasi ve hukuk adına çok kötü bir görüntü var ve buna 12 Haziranda bir dur denir umuyorum, yoksa daha kötüye gider. Buna gerek yok. Demokrasi kendi ayarında gitsin, sanata, fikir özgürlüklerine bu kadar sert müdahaleler olmasın… Yani insanların kafalarındaki şiiri yasaklayacaklar; böyle bir şey yok. Kimse bunu yasaklayamaz, bu zamana kadar da kimse yasaklayamamış bu…

Z.R.G: Evet, yoksa değil mi nasıl Nazım Hikmet’ler olurdu ya da nasıl Mehmet Aksoy’lar olurdu, öyle değil mi?

M.A: Bu böyle olmaz…

Z.R.G: Nereye kadar yasaklanabilir diye de bir şey var?

M.A: Yasaklanamaz. Sen insanın beynine kilit vurabiliyor musun? Özgür iradeye kilit vurulur mu?

J.K: Çok basitçe düşünceyi yasaklamaya çalışıyorlar.

M.A: Onu demek istiyorum. Hem sözde özgürüz, özgür düşünce falan filan bizim hayallerimiz, var diyor bilmem ne... Ya, ben o konuşmaya şahit oldum da… Neydi? İstanbul Boğazı, ikinci boğaz, neydi?

J.K: Çılgın Proje.

M.A: İşte, onu dinlerken böyle Fatih’in hayalinden, bilmem kimin hayalinden bahsediyor. Aslında tam tersine, o insanların hayallerini çalıyor. Yani bak, bu ta Osmanlı’dan bu zamana gelen bir proje; o kendi projesi gibi anlatıyor. Küçüklüğe bakın. Ecevit’in sunduğu bir proje. Kartal yumurtasının altına tavuk yumurtası koyup kartal çıkacağını sanıyor; böyle bir şey olmaz. Gene tavuktur o, hiç merak etmeyin. Yoksa yok, ben ne yapayım? Allah vergisi bu işler! bakın böyledir, yetenek böyle bir şeydir; bazılarında vardır, bazılarında yoktur. Onun için beni de kıskanmasın. Bana da Allah vermiş heykel duygusu, yapıyorum yani. Herkesin nasibine bir şeyler düşüyor işte.

J.K: Birazdan kapatacağız programı ama son olarak size şunu sormak istiyorum. Gerçi çok taze henüz İnsanlık Anıtı ile ilgili başınızdan geçen olaylar… Yakında yapmayı düşündüğünüz başka bir heykel ya da başka projeler var mı bahsetmek isteyeceğiniz?

Z.R.G: Sergi ya da?

M.A: Görürsünüz, yakında görürsünüz; çok güzel projeler çıkacak. Yakında herkes şaşıracak.

Z.R.G: Eminiz. Çok mu çılgın?

M.A: Çok çılgın ve gerçekleşmiş bir çılgınlık.

Z.R.G: Çok sevindik, çok mutlu olduk. Katıldığınız için çok teşekkürler.

J.K: Çok teşekkürler.

M.A: Allah’a ısmarladık.

Z.R.G: Evet, Mehmet Aksoy’la dertleştik.

J.K: Güzel de bir görüşme oldu bence ve umarım dilediğince ifade edebilmiştir düşüncelerini.
Ben doğrusu Mehmet Aksoy’un çılgın projesini merak ediyorum, Tayyip Bey’den ziyade. O zaman kapatalım programı, bunun üzerine söylenecek çok fazla şey yok, yani birinci ağızdan zaten bütün düşüncelerini almış olduk böylece aşağı yukarı yirmi beş dakika gibi bir süreyle. Geriye susmak kalır herhalde. Herkese iyi akşamlar.