Yer6 Hafıza Projesi'ne Destek Vermek İçin...

Posta Çeki Hesabımız: 8830591 PTT Beyoğlu Şubesi

23 Eylül 2011 Cuma

15 Nisan Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi




Yer6 Hafıza
Rafet Arslan
Fırat Arapoğulları
Janset Karavin
Zeynep Rojda Güvenç

Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar, ben Janset Karavin.

Zeynep Rojda Güvenç: İyi akşamlar Yer6 Hafıza’dan, Zeynep Rojda Güvenç.

J.K: Bugün yanımızda Rafet Arslan ve Fırat Arapoğlulları var. Merhaba, hoş geldiniz.

Fırat Arapoğlulları: Merhaba, hoş bulduk.

Rafet Arslan: Merhaba, hoş bulduk.

J.K: Neden bahsedeceğiz diye soranlara söyleyelim hemen; Yıkım 2011’den bahsedeceğiz en başta. Proje çok yaklaştı değil mi Rafet?

R.A: 12 Mayıs perşembe günü açılış olacak, bir aydan az kaldığını söyleyebiliriz.

J.K: Hazırlıklar nasıl gidiyor peki?

R.A: Yoğun gidiyor diyebilirim.

J.K: Çünkü biz de sergi mekânında görüşmüştük ve sen elinde spatula duvar kazımaya devam eder vaziyetteydin...

Z.R.G: İnşaat halindeydi.

R.A: Yavaş yavaş zaten artık inşaat halinden çıkmış durumdayız. Tabii altı kat ve tamamen harabe bir yerde böyle bir şeye kalkışınca bayağı bir emekçiliği, işçiliği de oldu projenin.

Z.R.G: Peki, en başa gelelim. Neden ve nasıl gelişti bu Yıkım 2011 ve kavramsal yeni bir sergi modelimidir ya da otonom hareket, çünkü ben senin yazını okudum ve sadece sergi demek biraz haksızlık edecekmiş gibi geldi. Bir harekete dönüşmüş durumda mı şimdiden?

R.A: Şöyle bahsedebilirim. Bizim kendi aramızda ilk yaptığımız sergi değil, daha önce de Toplum Düşmanı, Bu Bir Sitüasyonist Sergi Değildir ya da Sürrealist Eylem Türkiye Kolektifinin öncülüğünü ya da emekçiliğini yaptığı bütün sergiler bir kavramdan çıktı zaten. Bu sergi de doğal olarak bir kavramdan çıktı bahsettiğim o diğer sergiler ve burada bahsetmediğim diğer birçok çalışmada hepside aynı zamanda tek başına sergi değildi. Çeşitli birbirini besleyen yan etkinliklerdi de bir nevi kelimenin Deluze’cü anlamıyla yan yana eklemlenerek giden bir faaliyet, bunun da bir taçlanma noktası olarak sergiyi görmeliyiz. Yani sergi önemsiz değil, çok önemli işin taç noktası ama hiçbir zaman da sadece bir sergi yapalım demedik. Nette bir ada olarak, siber uzayda kendi bağımsız var oluşuyla ‘destruction2011.com’ diye bir sitemiz var ya da katalog faaliyetini hazırlıyoruz, sergi katalogu da başlı başına bir iş olacak, metinler ona göre üretiliyor ki, katalog yazarı Fırat Arapoğulu da şu an yanımızda.

Z.R.G: Ve sponsorsuz girişilen bir hareket aynı zamanda…

R.A: Ben şöyle diyebilirim; bizim hiç büyük sponsorumuz yok ama gönül destekçilerimiz, katkısı olan birçok insan var; zaten bu çapta bir projenin altından kalkamazdık. Belki şey işte  holding sponsorlarına karşı insanların gönülleriyle verdiği destekler ve kobiler diyebiliriz.

J.K: İnsanlara onu da söyleyelim istersen, yanılmıyorsam özellikle bunun üzerine çalışma 7-8 aydır devam ediyor fiilen değil mi?

R.A: Biz, Eylül 2010’da kavram olarak tartışmaya başladık.

J.K: Mekân bakmaya başladınız sonra da?

R.A: Tabii, o sürecin hemen arkasından, yani ekim başında mekân bakmaya başladık sonra mekân netleşti. Bu arada sanatçılarla sürekli kavram, sergi, yapılacak işler üzerine diyaloglar oldu. İzmir’de, İstanbul’da ön hazırlık, performans geceleri yapıldı. Sokaklara yazılar yazıldı ‘stickerlar’ yapıştırıldı. Böyle devam ediyoruz.

Z.R.G: Sergi mekânından da biraz bahsedelim istiyorum ben, çünkü 4-5 yıldır alt kültüre hitap eden bir yerken şimdi böyle bir yeme-içme, eğlence yeri olmaya doğru gidiyor. Orada bir bina yani, o bölgenin bir şekilde içi boşaltılmaya çalışılıyor. Tam da bu noktada orada olması, serginin içeriği ile mekânın buluşmasını ben ayrıca çok anlamlı buluyorum. Bu konuda ne diyeceksin?

R.A: Genel olarak kentsel dönüşümü kibarlaştırma üzerinden de düşünülebilir bence. Fırat’ın konuyla ilgili fikirlerini merak ediyorum.

F.A: Öncelikle Yıkım 2011 Projesi’nde yer almam Rafet ve Alper tarafından teklif edildiğinde özellikle keyifliydi çünkü Zeynep’in de sorusuyla bağlantılı olarak aslında sentrifikasyon projelerinin ilk ayağı her zaman sanattan başlar. Bu çok net gördüğümüz bir şey. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok; bu açıdan bakıldığında Tophane bölgesinin adım adım sentrifiye edilmesi: Çukurcuma öyle keza, birçok ünlü ismin aslında yatırım yaptığı yerler. Hatta saklanmıyor da zaten, ‘political correctless’ yani gayet açık yapıyorlar. Ondan dolayı bunu görebiliyorsunuz işte Çukurcuma, Tophane o aks üzerinden Galata, Tomtom Mahallesi keza, bunların hepsi bir şekilde…

Z.R.G: Doğan Apartmanı aksı.

F.A: Tabii nereye? Tüm yollar Beyoğlu’na bağlanacak şekilde burada bir alan yaratıp işte sanatı da Nişantaşı’ndaki o kurumundan çekip biraz da Beyoğlu aksı üzerinde değerlendirmek. Bir de bunun yanına avm de açınca her şey belli bir oranda devam ediyor. Rafet’lerin projesine baktığımızda, Yıkım 2011 Projesi biraz güncel sanat alanından okuduğumuzda aslında bir önceki projelerden biri de Yaygara Grubu’nun Ankara Germodern’de açtığı sergiydi; onların da baktığımızda Doğa Cennetse Kent Cehennemdir. Bu, Baudrillard üzerinden yaptıkları bir okumayla, bu açıdan da görüldüğünde güncel sanatta kent, kent yaşamı sentrifikasyon uzun zamandır ele alınan projelerden biri hatta bazı sanatçılar sırf bu konu üzerinden çalışan isimler. Bu konu üzerinden çalışan isimlerden Fatih Pınar geliyor ilk başta aklıma ya da Sanat Limanı’nda Arzu ve bir partnerinin ABD’de yaşayan iki sanatçının değil mi? Onların Türkiye’de yaptıkları, mahalle neresiydi hatırlayamadım şimdi ama… Bu noktada bakıldığında 60 kadar sanatçının ya da sürrealist grubun katıldığı bu etkinliği ben biraz daha farklı konumlandırmayı düşünüyorum. Birincisi geçici olmaları; bu proje arkasında sadece bir anı bırakacak. Rafet’in, Alper’in çağrı metni… Rafet senin metnindi yanlış hatırlamıyorsam, bu beraber yazdığınız metin. Binaların da birer hafızasının olması ve insanın hem mekânı dönüştürürken, mekânın da bedeni dönüştürmesi… Bu, Spinoza’ya kadar geri gider ama tabii günümüz felsefesi üzerinden düşündüğümüzde, Derrida okumaları, Faucoult’nun tamamıyla mekânın beden üzerindeki baskısı ya da hegemonyası ki … okuması da burada dahil edilebilir ama en nihayetinde bu sergi ile ilgili tüm yollar Deleuze mi çıkıyor bilmiyorum? Yatay örgütlenmeler aslında. Leibniz’in o monolojileri gibi herhangi bir hiyerarşinin olmaması ki, Rafet ve Alper bunu becerebiliyorlar gördüğüm kadarıyla. Ben, bu nokta üzerinden okuduğumda Yıkım 2011’in çok katmanlı bir okuma yaratacağını düşünüyorum güncel sanat alanıyla ilgili, içinde yer aldığım bir proje olduğu için söylemiyorum ama bir yandan hem katalog metni yazarları Emre Zeytinoğlu, ben destek vermeye çalışacağım işte Rafet’in metni olacak ama bir yandan sanatçı isimlerine de baktığımda; altmış sanatçıyı saymak çok zor ama sürrealist…

Z.R.G: Ki burada deneyimli, deneyimsiz insanlar bir araya geliyor; bu da aslında Türkiye’nin sanat çevresinin çok alışık olmadığı bir durum.

F.A: Kesinlikle, buradan çok güzel bir spekülasyon da çıkar aslında. Güncel Sanat’taki teorisyenler ve yazarlarla konuştuğunuzda aslında bazı işleri şey görmeye başlıyorlar: ‘Ya tamam konu güzel ama işçilik iyi değil,’ peki tamam da güncel sanatın çıkış argümanı neydi zaten? Malzemenin arzu edildiği gibi kullanılması ama bazen bir soru sorduğunda şu cevabı alabiliyorsun: ‘Ya, bu videonun montajı kötü, işçiliği kötü.’ Hani zaten siz özgürlük yolunda yola çıkıyorsunuz. Yani o kişi periferiden bir şey üretmiş olabilir ve ona katılabilir ama bu sefer de almıyorsunuz gibi çok ters bir durum var. Ama bu katılımcı listesine baktığımızda işte bu sürrealist guruplar, işte Burçak Konukman, Fulya Çetin, Horasan, İrfan Önürmen gibi, hem deneyimli isimler bir yandan Rat gibi grafitti ve duvar resmi üzerinden yürüyecek olan isimler yani sanat algısı olarak baktığımda. Bir kere Yıkım 2011’in en azından şu ana kadar gösterdiği durum, disiplinlerarası çok disiplinli ve çok yönlü bir bakış açısı, çok perspektifli diyebilirim; bu da Yıkım’ın aslında kendi ortaya çıkış argümanıyla özdeşleşiyor. Bir sanat eleştirmeni olarak hep şunu derim ben, bir konseptin yüzde 80’ini sanatçıların işleri dolduruyorsa o sergi başarılıdır. Bu açıdan baktığımda, umut ediyorum demeyeceğim gerçekten eminim; Yıkım 2011, 2011 yılının…

Z.R.G: Bir damar açıyor değil mi?

F.A: Tabii, yeni bir okuma. Özellikle az önce konuştuğumuz konuda hoşuma gitti. Klasik sergi çok fazla, çok rastlaşıyoruz bu konulara. Bir konuyu sadece duvarlara asıp kapatmak, nokta koymak. Bu değil aslında yani Yıkım 2011 bir damar, bir argüman açarsa; öyle olacak zaten Rafet’in projeleri genelde böyle.

Z.R.G: Ve hep bir küratörün olması değil mi, ne düşünüyorsun? Ben özellikle merak ediyorum senin ne düşündüğünü. Tam da şimdi Bienal var, bir hareket de var aynı zamanda…

F.A: Bunun son deneyimlerinden birini, hani böyle küratörsüz bir konsept üzerinden hareket etme noktasında; İnsan Hakları sergisiydi: ‘Ateşin Düştüğü Yer.’ Herhangi bir küratör olmadı, çalışma grubu oluşturuldu; 16 kişilik çalışma grubunun içindeydim ben de, ondan dolayı yakından da gözlemleme şansım oldu. Böyle bir proje yine sponsorsuz; hatta İnsan Hakları Vakfı’nın çok daha fazla olanağı varken aslında bu konuda, onlar da bilerek bu yoldan hareket ederek sponsorsuz; Rafet’lerin de çıkış noktası aynıydı, yoksa arandığında ya da teklifler geldiğinde bulunuyor projeler netice de, küratörsüz böyle bir oluşumun olması, işte o yatay örgütlenmeye çok daha uygun. Böylece herhangi bir baskı altında kalmadan sözünü daha açık söyleyebilmek, daha rahat hareket edebilmek noktasında çok önemli. Söyleyebileceğim bu kadar şimdilik.

Z.R.G: Bir de canlı forumlar olacak diye duydum senin daha önceki bir röportajında, ondan da biraz bahsedebilir misin?

R.A: İki tane forum düzenlemesi var, biri 14 Mayıs‘ta olacak, serginin katılımında belki 80 sonrası ilk defa Türkiye’de varoluşundan sonra, uluslararası sürrealist harekete dair böyle bir canlı toplaşma olacak. Bazı post modern yorumcular şöyle der işte: ‘Avangard bitti artık, Dadalar yok, Sürrealizm yok. Başka bir şey var ama dünyanın her yerinde de sürrealist gruplar, Neo-sitüasyonist gruplar, Dadacı gruplar hatta Letist gruplar var. İtalya’dan katılımcı Bontekülart grup Dada’nın yıkıcı felsefesi üzerinden hâlâ çalışmalar yürüten bir grup mesela, bunun yanında Arjantin’den, Londra’dan, İsviçre’den ve Portekiz’den sürrealist gruplar da sergiye iş üretiyorlar, artı bunlarda bire bir ülkemizi ziyaret edecek olan isimler var. Bu kavramları tartışmak için 14 Mayıs günü yaşayan Sürrealizm’i, Avangard’ı deşecek bir forum düzenleyeceğiz. Bir hafta sonrasında da serginin kendisini tartışmak, değerlendirmek, bir bağlama oturtmak için Yıkım Tartışılıyor diye bir forum yapacağız, o forumda yine Fırat olacak, Emre Uca olacak ve iki sergi katılımcısı sanatçı; birisi daha deneyimli: Murat Kermen, biri de genç ama aktif sanatçılardan Burçak Konukman olacak. Sonuçta dediğimiz gibi sergiyi yapıp işleri asmakla kalacak bir şey değil biz bir posta sergisi veya karma sergisi yapmıyoruz, oturulup bu kavramlar ne kadar tartışılırsa bizi o kadar tatmin edecek. Şeyden bahsetmek istiyorum belki o gün, o tartışmanın da konularından biri. Yıkım olgusu bizim gündelik hayatımızda yaşadığımız artık reddedilemeyen bir kavram. Fırat demin bahsetti. Eyvallah politik doğruculuk diye bir şey var, bir şeyler söyleniyor ama tüm gerçekliklerde esasında bir taraftan nesnelleştiriliyor. Sanki çok güzel bir dünyadayız, hava var, güneş var, su var her şey lay lay lom yani yeni bir ‘cesur dünya’ toplumu gibi yaşıyoruz işte. Daha fazla haz, daha fazla tüketim, her şey yolunda gidiyor.

J.K: Bir çeşit fantastik kurguya doğru gidiyor zaten. O, sistemin dayattığı bir şey zannediyorum, insanların içinde bulundukları durumu fark etmemeleri için, aslında iyiye değil kötüye gittiğini. Bir şekilde süsleyerek, sürekli onları başka şeylere yönelterek yaptığı bir şey sistemin.

R.A: Bu manada zaten politikanın da dağıldığı sistem içi işte, Baudrillard’nin de dediği şekilde, muhalefetin bile sistemin bir unsuru haline geldiği yerde, sanatın eylemci gücü bence çok daha önemli. 21. yüzyılın dünyasında eyleme geçebilen, performe olabilen sanat, aktif politikadan daha dönüştürücü bile olabilir çünkü ‘yıkım’ dediğimiz şey çoktan başladı, belki bitti bile. Biz, sadece şu an yıkıntılardan ne yapabileceğimiz tartışıyoruz.

J.K: Sen sergi diye tanımlama durumuna karşı çıktığın sırada, şöyle diyecektim aslında; bu, aslında bir çeşit eylem çünkü hâlâ nefes alıp veren bir şey yapıyorsun çünkü bina ile konsept o kadar iyi oturuyor ki binanın geçmişiyle, o binada yaşanmışlarla, hafızasıyla bu bir çeşit sergi değil de bir çeşit eylem aslında. Bana öyle gibi geliyor. Bu eylem elbet nihayet bulacak, bir tarihte yapılacak ve bitecek ama bir eylem, bir serginin yapılıp bitirilmesi gibi bir durum söz konusu değil. Nihayetinde bu eylem, bir başka hareket doğuracaktır mutlaka diyordum ki sen zaten bu eylemin değerlendirilmesiyle ilgili bir panelden, forumdan bahsediyorsun. Herhalde arkasını getirecek değil mi?

R.A: Bu forum bir parçası ama kurduğumuz internet sitesi de sergi açılmadan nasıl aktifse sergi boyunca hatta sergi kapandıktan sonrasında da hem bu hafıza kaydını tutmaya hem de bu tartışmayı alevlendirmeye devam edecek. Benim kişisel fikrim şu; yani 68’de kaldırım taşlarının altında kumsal var diyorlardı, şimdi kumsalı arayacağımız yer yıkıntı binaların altıdır. Kaldırım taşları altında değil de, bina yıkıntıları altında bir kumsal bulabiliriz, bunun içinde o beyaz küp dediğimiz şeyin sterilliğinden sanatı çıkarmamız gerekiyor ve biz ne kadar ‘distortion’ olsak, ne kadar pikselli olsak, ne kadar dilin kemiğini kırsak gerçekle temas etme şansımız bir o kadar fazla. Böylece, senin bahsettiğin o yabancılaşmaya, o sahtelik komedisine de küçük delikler açarak, küçük ama zaman içinde büyüyecek otonom kara lekeler açarak, ilerleme şansımız olur diye düşünüyorum.

J.K: Birileri o deliklere gözlerini dayarlarsa belki önlerini açmış olabilirler.

R.A: Gökkuşağını görebilirler.

J.K: Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı bu projeyle ilgili ya da başka bir şeyler varsa son sözlerinizi alalım hiç olmazsa, çünkü programı kapatacağız biraz sonra.

F.A: Ben teşekkür ederim sadece bununla ilgili olarak az önceki tartışmaya binaen söyleyeceğim. Evet, … felsefesini bu noktada çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Simülasyon kuramını tartışmak kolay, ama atm’den her ayın 15’inde maaşınızı çekiyorsanız çok kolay. Onun için simülasyon konusu, ben de bu konuda bunu söyleyebileceğim. Yıkım Projesinin hedeflediği noktaya ulaşacağını umuyorum. Ben teşekkür ederim, bununla ilgili fırsat verdiğiniz için.

J.K: Rafet senin var mı?

R.A: Ben yine Fırat’la paslaşarak ilerleyeyim, Fırat da şeyden bahsetti, yani sonuçta biz profesyonel devrimcilik yapmıyoruz. Sanat eylemi yapıyoruz. Göçebe olmaya çalışıyoruz, ne kadar göçebeyiz. Yıkım’ın temel başlıklarından birsi de esasında kişisel yıkım kavramıydı. Sistemin bize dayattığı benliklerle savaşmak ve geleceğe dair yeni yollar, yeni geçitler, korsan işaretleri aramak. Bir anda belki dönüşecek bir şey değil ama işte Fırat’ın kalemiyle yaptığı şey, Yıkım binasındaki sanatçıların yaptığı işlerle açılan gedikler uzun vaade için en azından umudun hâlâ yaşadığıyla ilgili … olabilir. Artık çünkü şunu biliyoruz çünkü bir gün, sabah kalkınca bir devrim olamayacak ama gündelik hayatta dönüştürebilirsek, müdahale edebilirsek, küçük devrimleri yan yana getirip özgürlük alanları açabilirsek geleceğe dair bir umuttan bahsedebiliriz.

Z.R.G: Teşekkür ederiz bu hareketi başlattığın için sana ayrıca.

R.A: Ben teşekkür ederim, bizleri konuk ettiğiniz için.

J.K: Rica ederiz.

Z.R.G: İyi akşamlar.

J.K: İyi akşamlar herkese.

8 Nisan Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi




Yer6 Hafıza
Murat Arda
Janset Karavin
Zeynep Rojda Güvenç

Zeynep Rojda Güvenç: Yer6 Hafıza’dan merhaba, ben Zeynep Rojda Güvenç.

Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar, ben Janset Karavin.

Z.R.G: Ve konuğumuz Murat.

Murat Arda: Murat Arda, Delikasap dergisinden.

Z.R.G: Hoş geldin Murat.

J.K: Hoş geldin. Bu arada, her şeyden önce bir şey söylemek istiyorum. Geçen haftalarda Yer6 Hafıza yoktu Açık Dergi’nin içeriğinde, çünkü Açık Radyo’nun bir destek yayını söz konusuydu. Geçen hafta benim rahatsızlığım yüzünden bir aksama söz konusu oldu; önemseyen varsa iyiyim.

J.K: Evet Zeynep, nedir?

Z.R.G: Bugün, Zühtü Bayar’dan bahsedeceğiz. Geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı; Murat’ın da yazısında belirttiği gibi ‘öldü,’ demiyorum, ‘aramızdan ayrıldı.’

J.K: Yine, önemseyen varsa?

M.A: Önemseyen var onu evet, gerçekten önemseyen bir arkadaş gurubu olduğunu düşünüyorum.

Z.R.G: Hatta bir bilimkurgu okuyucusu kitlesi önemsiyor.

M.A: Türkiye’nin ilk ‘siberpunk’ı diyebileceğimiz bir karakter Zühtü ağabey. Bilmiyorum tanıyor muydunuz şahsen ama?

Z.R.G: Evet, tanışmıştık.

M.A: Sadece bilimkurgu alanında yaptığı çalışmalar, fanzinler değil, Türk solu içerisinde de etkin bir komünist kendisi, aynı zamanda da bir ‘heavy metal’ fanı.

Z.R.G: Anladım ve ‘beat kuşağından’ çok tabii.

M.A: ‘Beat kuşağıyla’ günümüzdeki bağlantısını yapabilen ve 90’lı yıllardaki Sovyet çözülüşü sırasında kesinlikle görüşlerini değiştirmeyen gerçek bir Marksist.

Z.R.G: Evet, çok iyi sentezlemiş değil mi?

M.A: Kesinlikle.

J.K: Bir gazetecilik geçmişi de var değil mi?

Z.R.G: Aynen öyle. 1965’te Oturum Dergisini, 68’de Türk Solu Gazetesinin sanat sayfasını yönetmiş. 72’de de Yeni Ortam Gazetesinin kurucularından biri.

M.A: Bugün Türk soluna ait bildiğimiz ne kadar figür varsa hepsiyle bir dönem arkadaşlığı var ve bence aynı zamanda öylesine hümanist bir karakter; günümüzde tu kaka edilen kimi sol özneler için bile sağ iken çok iyi konuşabilen ve bununla beni hayretlere düşüren karakteriyle gerçekten örnek alınması gereken bir figür.

Z.R.G: Peki, bu bilimkurgu kavramına değinmek istiyorum ben. Aslında Türkiye’de ciddi bir damar, okuyucu var. Fakat yazarlar bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar. Sen ne düşünüyorsun bir dergicilik geçmişin olduğu için?

M.A: Şöyle, bilimkurgu bir dönemde entelektüel kesimlerin sırt çevirdiği bir alan çünkü özellikle Amerikan propagandası yapılmakla suçlanılan bir alan ama, Zühtü ağabey bu konuda gerçekten ender örneklerden birisi çünkü çok enternasyonalist bir adam. Bilimkurgunun ne olduğunu, bir takım bilimkurgu eserlerinin aslında ne kadar fütürist, ne kadar ilerici… Mesela 1984 gibi bir yapıtın ne kadar devrimci olabileceğini zamanında anlayan tiplemelerden. Dolayısıyla zaten Türk solu biliyorsunuz çocukluk hastalıkları olduğu için… -burada Türk solu diyorum çünkü zaten bırakınız bilimkurguyu, edebiyat alanında sol olduğu için; Türk solu, lafı ağzımdan çıkıyor,- çünkü sağ bırakınız bilimkurguyu, kurgu konusunda bile özürlüdür.

J.K: Onlar zaten bilimkurgu bir hayat sürüyorlar; ihtiyaçları yok.

M.A: Evet, Janset çok haklısın. Dolayısıyla Zühtü ağabeyin bütün o ciddi görünümlü sol ‘entelagency’ arasında belki de herkesin bıyık altından gülmesine rağmen, işte o açık havada roket atma denemeleri, bir takım alternatif yaklaşımları gerçekten çok ilginç. Çok sevgi değer bir insan bu anlamda, onu iyi anmak istiyorum.

Z.R.G: Kitapları da, Geyşa Android Şirketi, Filler Mezarlığı; 1991 yılında yayınlanmış. Hippi Kurgu daha eski yazılmış ve Sahte Uygarlık.

M.A: Daha sonra zaten sağlığı bozuluyor. Yayınladıysa da şu anda aklımda değil ama Sahte Uygarlık da yine bence iyi bir eser. İnkilap Yayınevinden çıktı ilgilenenlere de duyurulur; asıl Filler Mezarlığı önemli bence. Allein Gisberg’lerin, işte bir takım ‘beat’ hareketinin kilometre taşı tiplemelerin farklı kimliklerde İstanbul’a uğradıkları, geldikleri Sultanahmet’e, Baba Yorgi’nin mekânından geçtiklerini çok yalın, cici bir dille bu kitapta anlatıyordu.

Z.R.G: Çünkü kendisi bizzat yaşamış.

M.A: Biliyorsunuz, yine Türk solu diyeceğim, Türkiye solu diyeceğim ya da; Türkiye solu hippi kavramını bile özürlü bir şekilde bildiği için yurtdışındaki hippi ve sol hareket arasındaki organik bağı bilmediği için, yani biz de biliyorsunuz bitli hippi diye bir kavram var, sarhoş, kafası çalışmayan ya da turist ile koşut bilinir ama onlardan ibaret değildir tabii ki.

J.K: Bu demin bahsettiğimiz kitap 1991’de mi basılmış dedin az evvel? Ama daha evvel yazıldığından sen haberdarsın tabii ki... Bu geçen süre zarfında… Bilimkurgu edebiyatında bu ülkede böyle bir sorun var; mesela bir kitap yazdın, Zühtü Bayar bu kitabı yazıyor fakat kitabın basılması için geçen süre ne kadardır mesela?

M.A: Benim tahminimce 70’li yıllarda kaleme almıştır.

J.K: Üç aşağı beş yukarı 20 yıl gibi bir zaman geçmiş üzerinden yani…

Z.R.G: Ama yine de vazgeçmemiş, hayalini paylaşmış ve vazgeçmemiş yazar. O açıdan da çok önemsiyorum.

J.K: Çok önemli bir saptama bu, çünkü şimdi de böyle genç yazarlar var fakat yazdıklarının hiçbir değeri yokmuş gibi düşünebilirler basılmadığı takdirde.

M.A: Basıldığı takdirde dahi değerini göremez. Bırakınız genç yazarları; Schopenhauer Gottingen Üniversitesinde kitabını yayınladığında bin tane satmamış ama Schopenhauer’i bugün herkes bilir.

Z.R.G: Birçok felsefeciye esin kaynağı olmuş…

M.A: Aşkın Metafiziği mesela. İlk başlarda herkes dalga geçmiş. Gerçi bugün de bazıları dalga geçiyor ama bence çok değerli bir eser.

J.K: Satış bir kriter değil tabii ama, bu kadar uzun bir zaman geçmesinin sebebi Zühtü ağabeyin basımını denememesi değil herhalde. Girişimlerde bulunduysa da çok uzun bir zaman geçmiş üzerinden.

M.A: Adam sadece kitapla değil ki, her şeyle uğraşıyor. Benim Zühtü ağabeyle ilgili bazı yazılarımda var… Şöyle bir figür hatırlıyorum; düşünsenize üniversite öğrencisi gençler takılıyor, bira içiyor falan böyle, hepsinin arasında Che Guevera bereli bir dede, ben hatırlıyorum onu.

Z.R.G: Kemancı’da.

M.A: O zamanlar bile dedeydi, dede dediğime kızmıyordur umarım yattığı yerden ama Anthrax dinleyen, en baba ‘hardcore-punk’ gruplarını ve ‘trash metal’ dinleyen değişik bir insan.

Z.R.G: Elli küsur yaşlarında değil mi baktığın zaman? Peki, biraz Deli Kasaptan da bahsedelim. Neler yapıyorsunuz?

M.A: Deli Kasap şu anda Bir Gün Gazetesiyle birlikte her ayın 1’inde verilen bir eleştirel kültür ekinde onlara hem editöryel destek veriyor, hem de müzik sayfalarını hazırlıyor. Onun dışında internet üzerinden www.delikasap.com sitesinden yayınlarımız devam ediyor. Orada bir delikasap tv projemiz var. Orada da çektiğimiz belgeselleri ve eğer becerebilirsek bazı projelerimizi yayınlamayı düşünüyoruz; bazı dünyaca ünlü ve ulusal çaptaki müzisyen ve sanatçılarla da yine görsel röportajlarımızı…

Z.R.G: Kimler var?

M.A: Türkiye’ye gelen hemen, hemen tüm yabancı gruplarla vaktimiz elverdiğince görüşmeye çalışıyoruz. Anathema ile bir televizyon röportajı yaptık, daha yayınlamadık; yakında yayınlayacağız. Amerikalı efsanevi ‘hardcore-punk’ grubu ‘D.R.E.’ ile bir röportaj yaptık; onu da yayınlayacağız. Bunlar önümüzdeki dönemlerde yayınlanacak şeyler. Onun dışında Redd Grubundan tutun da, Bulutsuzluk Özlemi’ne kadar ve diğer bütün yabancı gruplara vaktimiz elverdiğince yer vermeye çalışıyoruz.

Z.R.G: Sen şimdi peki şimdiki durumu nasıl değerlendiriyorsun; Türkçe ‘rock’ ve gelişimini nasıl buluyorsun?

M.A: Evrensel anlamda çok kısır ama Redd Grubunu beğeniyorum. Onun dışında Bulutsuzluk Özlemi’ni her zaman beğeniyorum şu açıdan; rock müziğe Türkçenin adaptasyonu konusunda bence Nejat Yavaşoğulları müthiş başarılı.

Z.R.G: Kilometre taşı değil mi?

J.K: Zühtü Bayar’ın ‘punk’ ve ‘heavy metal’ ilgisinden bahsettik ya, bu anlamda bakınca dünyada yapılan ‘punk’ müzikle Türkiye’de var olmuş bir şey var mı şu anda?

M.A: Türkiye’de şöyle bir eser var; bu alt kültüre gerçekten meraklı olan herkese tavsiye ediyorum: Türkiye’de ‘Rock’ ve Yeraltı Hareketlerinin Kesintili Tarihi adı altında. Burada yine Deli Kasap’la alakası var bunun. Sevgili arkadaşım, Tolga Güldallı’nın Sezgin Boynik’le kotardığı bir eser bu ve benim Aptülika’yla yaptığım konuşmalar serisi var; yazılı bir konuşmalar serisi bu.

Z.R.G: Yalnız, basımı tükendi mi, çünkü geçen hafta biz onu bir arkadaşımızdan temin etmeye çalıştık…

J.K: Biz Hafıza’ya yeni kattık onu ve uzun süre aradık.

M.A: Ben size isterseniz bir örneğini verebilirim bakmanız için, yani bir tane var elimde.

J.K: Edindik.

M.A: Şöyle ki, o ‘limited edition’dır.

Z.R.G: Ama çok önemli bir çalışma gerçekten.

M.A: İçindeki ‘cd’ özellikle. Grup Çığırışım’dan, Tünay Akdeniz’den tutun da 80’li yıllar, 70’li yıllar, 60’lı yıllar hatta…

J.K: 60’lar ve 70’ler.

M.A: Özür dilerim, 77’den, 94 veya 95’e kadar bütün bu yeraltı hareketini, bir şekilde özne olmuş tüm figürleri işlemiş, çok başarılı bir çalışma.

J.K: ‘Limited edition’ diyorsun ya, bunun tekrar çıkma ihtimali var mı bir şekilde?

M.A: Sanmıyorum.

J.K: Çünkü insanlar soruyorlar ve ulaşamıyorlar buna. Böyle bir problem var şu anda.

M.A: Evet, ama o insanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez.

J.K: Basmaya değmez diyorsun yani bu durumda?

M.A: Basıldı zaten. Alan aldı ama gelecek kuşaklara bir şekilde aktırılacak ama çok popüler bir konu değil, kaldı ki en popüler romancıların dahi ya da yazın alanında bir şeyler üretenlerin dahi çok fazla satabildiğini söylemek zor. Çünkü burası Türkiye, bir Deli Kasap bu kadar bilinir mesela. Deli Kasap’ın en çok satan sayısı bin beş yüz satmıştır; o da zorla yani.

Z.R.G: 2001’den beri yayınlıyorsunuz değil mi?

M.A: İnternet üzerinden 2001’den beri ama zaman zaman koleksiyon sayıları…

Z.R.G: Büyük istikrar bu arada yani.

M.A: Evet, Zühtü ağabeyle belki arkadaşlığımızın bir faydası olabilir yani. Yazımda da belirtmiştim mesela ona ‘Neden hâlâ rakı içiyorsun, zaten hastasın?’ diyordum, ‘Rakısız hayat olacaksa, öleyim daha iyi,’ diyordu.

J.K: Bak güzelmiş o da. Rakısız olacaksa öleyim, doğru. Bu basılma mevzusuna takılıyorum, çünkü ben birinci elden tanığıyım bunun. Benim yazdığım romanda da aynı şekilde ikinci baskıya gitmekte güçlük çekiliyor, iki sene geçiyor üzerinden falan... Satılmıyor yani Türkiye’de böyle bir şey var. Çok satanlara baktığında da görüyorsun zaten hangi kalıpların sattığını. Onun için de demin dedim ya hani, 1991’de basılmış, bunu bastırmak için yoğun bir çaba sarf etmesinden bahsetmiyorum da hani zaman zaman mutlaka karşısına çıkan insanlar, bağlantılar vasıtası ile böyle de bir kitap var ve bunu basmak istiyorum demiştir ama bu, yirmi sene gibi bir zaman alabiliyor mesela.

M.A: Zühtü ağabey, muhtemelen şunu demiş olabilir... Kendisi bilimkurgucu olduğu için belki -yani yarı ciddi yarı şaka olarak söylüyorum bunu, bir yanım inanıyor, bir yanım inanmıyor.- ‘Bunu ben şimdi bassam kimse anlamaz, herkes tu kaka eder,’ ama 80’li yılların sonunda Türkiye’de bir yeraltı hareketi Batıdan 20 yıl gecikmeli filiz verince demiştir o belki de ‘şimdi zamanı,’ deyip yayınlamış olabilir. Çünkü Stüdyo İmge de avangard kitaplar basan bir yayıneviydi; onlar bile kitap basmayı bıraktı biliyorsunuz.

J.K: Evet, doğru. Şunu da merak ediyorum, belki Zühtü ağabeyin dışında Türkiye’de başka bilimkurgu edebiyatı ile ilgili bağlantılarla da birinci elden ufak tefek bilgin varsa, acaba yeni kuşak arasında bu problemleri yaşıyor mu bilimkurgu edebiyatı Türkiye’de? Merak ettiğim bir şey bu çünkü birkaç tane ben de okudum. Senelerce uğraşıp basılmadığını görünce, yazdıkları şeyleri internet üzerinden paylaşmak zorunda kaldıkları için. Ulaştırmak istiyorlar insanlar bir şekilde çünkü o kitabı onun için yazıyorsun sonuç itibarıyla. Bu şekilde ulaşarak okudum ve gayet iyi kitaplar açık söylemek gerekirse. Yabancı örnekleri de bildiğim için kötü denilebilecek çalışmalar değil; basılabilir. Gayet nitelikli, düzgün bir Türkçe, düzgün bir anlatım, iyi bir fikir var ortada yani ‘iyi’ denilebilecek bir kitap var ortada ama basılmıyor.

M.A: Biliyorsunuz, biraz da fiziksel yayıncılığın gidişatı ile ilgili. Amerika’nın bazı geleneksel gazeteleri bile sadece internet üzerinden yayına başladı. Kitap satışları da onunla koşut bir şekilde düşüyor. Bizim yayınevleri de herhalde biraz ticari bakıyorlar ve geleceğini görmedikleri için bu çocukları da…

Z.R.G: Her konuda olduğu gibi bu konuda da.

M.A: Piyasa denilen o bana göre çok yobaz var oluş biçimine bu kadar körlemesine tapmayla alakalı ama bir yandan da hak mı vereyim bunlara bilmiyorum. Bazı eserler çok kötü. Mesela en bilinen Doğu Yücel’dir. Kendisini seviyorum, arkadaşım ama kötü bir yazar beğenmiyorum yazıtlarını; bilimkurgucu o da. Ben o kadar iyimser değilim. İyi yapıt üretmek için sadece bilimkurgu alanında değil diğer klasik eserlere, felsefeye, işte Avrupa’da ne basılıyor falan bunlara meraklı olmanız gerekiyor. Doğu’ya soruyorum; Yaşar Kemal’in İnce Memed’i kaç cilt, onu bilmiyor, anlatabiliyor muyum? Önce bazı şeyleri bilmek gerekiyor belki erkendir bilmiyorum. Belki sen yazabilirsin.

J.K: Bir taraftan hem takip etmek dünyayı ve burada olup bitenleri ama bir taraftan da burada bir şeyler olması gerekiyor; bir şekilde bu kuşak değilse de bir sonraki kuşak buna ulaşabilsin. Yeşilçam’a dönüşüyor işte. Yeşilçam’da dönem içinde çekilen filmlere bakarsan eğer onlar da doğrudan doğruya satış amaçlı, para kazanmak için yapılmış işler. Birçok dönem furyaya dönüşmüş fakat şimdi, bir şeyler yapılabiliyorsa eğer, doğru dürüst filmler çeken birileri varsa eğer bu biraz da onların yapılmış olmasından.

M.A: Bizim yaşadığımız iklim, ülke enteresan, yani Yeşilçam Sineması dedik. Bereketli Topraklar Üzerinde diye bir film var biliyorsunuz -gene yine Doğu’ya gönderme yapacağım ama babası üzerinden- Erkan Yücel’in başrolde olduğu müthiş bir eser. Bereketli Topraklar Üzerinde yapıldığı dönemde yakılıyor. Askeri yönetim tarafından kaybediliyor ve seneler sonra bulunabiliyor. Ben nihayet izleyebildim filmi. Sınırlı sayıda izleyici ile birlikte izleyebildik ve bence çok güzel bir film.

J.K: Yani bu gibi şeyler oluyor zaten. Şimdi de basılmayan kitapların toplatılması gibi bir durum var, çekilmeyen filmin de yasaklanması gibi durumlar da olmuştur mutlaka. Türkiye’de; beklenir bir durum bu.

M.A: Düşünsenize, en iyi, en çok satan bilimkurgucusu Adnan Oktar olan bir ülkedeyiz. Her yerde Adnan Oktar’ın gayet güzel bilimkurgu kitapları var, biliyorsunuz. Tüm dünyada dolaşıyor.

Z.R.G: Yobazlığın çok güzel bir örneği.

J.K: O manada okunabilecek çok enteresan şeyler var o kitleden.

M.A: Ben şimdi şaka yapıyor gibi gözüküyorum ama. Oktay bilimkurgu yapıyor.

J.K: Şaka falan değil, ciddi bilimkurgu!

M.A: ‘Glam rock’ biliyorsunuz, ‘rock’ müzik tarihinde en suya sabuna dokunmayan tür işte; kızlar, hoplayalım zıplayalım… Böyle bir tarzda kitap çıkarmış bu arkadaş. Gittim, aldım bir de para verdim ona zamanında. Şeytanın Dini Masonluk, diye. Ne kadar ‘glam rock’ grubu varsa ama suya sabuna dokunmayan; işte bunlar satanist terör örgütleri falan filan ama o adam kolluk kuvvetleriyle, devletle falan bağlantısı olan bir adam. Neyse çok fazla konuşmayalım şimdi.

J.K: Bu enteresan, zaten Türkiye solu dedik ya, Türkiye sağı dediğimiz zaman direkt bilimkurguya girmiş oluyoruz aslında, değil mi; ‘janr’ olarak?

M.A: Katılıyorum.

J.K: Zaten çok güzel bir örnek, o örnekler arasında şahı sayılabilecek birisini andık. Senin söylemek istediğin bir şey var mı son olarak Deli Kasap’la, yapacaklarınla ilgili ya da önümüzdeki günlerde gerçekleşecek bazı projelerle ilgili?

M.A: Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek projelerle ilgili zaten beni yine konuk edersiniz. İyi bir proje geliyor ama şimdi söylemeyeyim.

J.K: Bu iyiydi.

Z.R.G: Verdin gazı! O zaman teşekkür ediyoruz.

M.A: Teşekkür ederim beni konuk ettiğiniz için.

Z.R.G: Ayrıca Zühtü Bayar’ı andık.

M.A: Bununla ilgili son bir şey söylemek istiyorum, 23 Nisanda bizim bir projemiz… proje iğrenç bir kelime özür dilerim, geri alıyorum, bir düşüncemiz var Zühtü ağabeyle ilgili. Biliyorsunuz ki, Zühtü ağabey gerçekten ‘rock’ın fetiş derecesinde delisi bir ağabeyimizdi ve ateistti dolayısı ile bu konuda önümüzde kutsal bir engel olmadığını düşünüyorum ve son zamanlarında da onu biraz üzmüşler galiba; istediği gibi yaşamak istemiş ama pek istediği gibi gitmemiş bazı şeyler. Oraya çok girmeyeyim ama biz ona şunu yapmayı düşünüyoruz 23 Nisanda, Topkapı Mezarlığına gideceğiz. Bunu Deli Kasap’tan takip edebilirler. Buluşacağız hep beraber ve onun mezarında rakı içip, mezarına rakı dökeceğiz.

J.K: Çok güzelmiş.

M.A: Sizi de bekleriz.

J.K: Evet, zamanlamayı tutturup beraber gidelim bence. O zaman tekrar teşekkür ederiz. Herkese iyi akşamlar.

22 Eylül 2011 Perşembe

11 Mart Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi





Yer6Hafıza 11 Mart 2011
Zeynep Rojda Güvenç
Janset Karavin

Zeynep Rojda Güvenç: Yer6 Hafızadan merhaba, ben Zeynep Rojda Güvenç.

Janset Karavin: Ben, Janset Karavin.

Z.R.G.: Bugün, güncel konulardan sansürü ele alacağız ama, Karagöz ve Hacivat üzerinden ele alacağız. Sansüre Noreplika nasıl yaklaşıyor oradan başlayalım?

J.K: Evet…

Z.R.G: ‘’Sansür kavramı, geçerli olduğu siyasal ve toplumsal bağlama çok sıkı bir biçimde bağlı. Totaliter rejimlerde her an, her yerde kendisini gösteriyor. Aynı zamanda kitlelerin belli başlı denetim araçlarından birisi. Buna karşın resmi sansür, günümüzde demokratik olduğu söylenen ülkelerde geçerliliğini yitirmiş durumda…’’

J.K: …Ki, ‘’bakmayınız Türkiye!’’

Z.R.G: Sansürün bugün elektronik ortamda yapılmasının da hiçbir manası olmadığını düşünüyorum...

J.K: Özel bir mana yok; evet, bunun elektronik ortama sıçramış olması ile sansür, sansür olmaktan çıkmıyor nihayetinde…

Z.R.G: Aynen öyle ve…

J.K: …Aynı mantık ile devam ediyor zaten…

Z.R.G: …Üstelik birkaç yol ile devam ediyor; ya çok sert bir biçimde… direkt kapatılıyor.

J.K: Veyahut da toplumun, geleneklerin baskısı veya ekonomik baskı ile toplumsal iletişim araçlarının, toplumsal dinamikleri yönlendiren araç ve mekânların ele geçirilmesi ya da karşı propaganda ile kazandırılması gibi bir yolla da devam edebilir. Buna bile dolaylı bir sansür demek mümkün.

Z.R.G: Bunu Karagöz ve Hacivat üzerinden ele almamızın sebebi ise bir Karagöz ve Hacivat sahnemizin olması… senin bildiğim kadarı ile…

J.K: Ben bir hayaliyim aynı zamanda... Bütün tasvirleri tek başıma çiziyorum, tasarlıyorum, yapıyorum, oynatıyorum. Yani bir hayalinin yapması gereken her şeyi bir arada yapıyorum.

Z.R.G: Ve Türkiye’de…

J.K: Türkiye’de kadın hayali çok az sayıda var. Bir kaç kişi mutlaka olmuştur şimdiye değin, özellikle 20. yüzyıl içinde biraz da kadın üzerindeki toplumsal baskının azalmasıyla, cumhuriyet döneminde de var, evet ama halihazırda birkaç kişi... yani bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda.

Z.R.G: Karagöz sansüre rağmen varlığını sürdürebilmiş ve bugüne kadar gelmiş bir sanat dalı. Elbette sen bu konuda daha fazla söz sahibisin.

J.K: Ben şu anda yaşayan ustalar arasında oldukça değersiz bir yere sahibim; açıkça belirteyim. Fakat en nihayetinde bu konuda bazı şeyler yapmaya çabalayan birisi olarak söylemek istediğim şeyler var hem güncel, hem de tarihi bakımdan. Şöyle ki, Karagöz toplumsal ve tarihi toplumsal süreç içinde bakıldığında yasaklamalar ve sansür ile içi içe geçmiş bir tarihi gelişim gösteriyor. Zannediyorum Karagözü bu baskılarla birlikte ele almak gerekiyor. Tarihçesine bakarken yükselişte olduğu ve kayda geçtiği dönemlere bakmak gerekiyor. Yanılmıyorsam Evliya Çelebi söylüyordu, değil mi? İlk kez 17. yüzyılda kayda geçiyor ancak, Karagöz daha evveliyatında da mevcut. Evliya Çelebi sadece tarihçesinden bahsediyor ve bu karakterlerin gerçek olup olmadığı konusunda bazı rivayetlerden, bir de Şeyh Küşteri’ye bağlanan o meşhur rivayeti yazarak dile getiriyor. İlk olarak Evliya Çelebi’nin Seyahatnamelerinde kayda geçiyor bu.

Z.R.G: Ardından yabancı yazarlar...

J.K: Yabancı kaynaklar enteresan, çünkü…

Z.R.G: …Mesela.

J.K: …Evliya Çelebi’nin ardından kaynakçalarda geçmiyor Karagöz, fakat toplumsal yaşantının önemli bir parçası aslında, buna rağmen pek fazla bahsedilmiyor; daha çok Türkiye’ye gelen ve çeşitli konularda incelemelerde bulunan yabancı yazarlarca bahsediliyor. Mesela Vanda var bunların arasında; önemli bir isim. Karagöz üzerinde oynanan sansür oyunundan ziyade ne kadar açık saçık bir sanat olduğuna ve gösterimlerde kullanılan esprilerin çift dilliliği ve biraz belden aşağı oluşuna ilişkin notları var Vanda’nın.

Z.R.G: Hatta çocuklarınıza nasıl bunu izlettiriyorsunuz…

J.K: Evet, böyle bir anekdot var kitabında da ve kendisine verilen cevap da ‘bir şekilde öğrenmeleri gerekiyor’ ve Karagöz bir yandan da bu toplumsal eğitim sürecinin bir parçası haline dönüşüyor çocuklar ve gençler için. Böyle bir durumu da var fakat, Karagöz’de -şunu belirtmek gerekiyor belki de,- bir çeşit çift yönlülük söz konusudur, yani Karagöz’ün çok kısıtlı olduğu da düşünülebilir birçok yazarca ama bir taraftan da şöyle bir durum vardır; Karagöz her bakımdan yani, yapısal bir nitelik olarak da metinsel olarak da çift değer taşır. Beri yandansa Karagöz’ü o dönemde oluşturan üstatlar kendisini korumaya yönelik bütün nitelikleri çok iyi serpiştirmiştir jargonun içine. Mesela muhavereden evvel bir perde gazeli ile başlar oyun ve perde gazeli bir biçimde korunma sağlayan bir araçtır. Sultan dışında herkese…

Z.R.G: Sataşılır.

J.K: Elbette! Sataşmak ne kelime, çok daha ağır eleştiriler getirilir ve bu çok önemli bir şey belki de Jung’un söylediği gibi Karagöz’ün bir çeşit arketip’e…

Z.R.G: Anime arketipine.

J.K: ...anime arketipine dönüşmesine sebep olan şey, çünkü halk kitlelerinin kişileşmesi söz konusu Karagöz üzerinde; zaten karakterlere girmeyeceğim...
Hacivat’ın duruşu, hareketleri, tavrı, konuşmaları kullandığı düzgün İstanbul lehçesiyle daha elit bir kesimi simgeliyor oluşu, fakat bir yandansa Hacivat’ın aynı zamanda sürekli sorun çıkartan, ikiyüzlülük eden, yalan söyleyen ve ortalığı karıştıran karakter oluşunun sebebi de biraz halkın bu elit kesime bakış açısını gösteriyor. Karagöz üzerinde bir anime arketipi oluşuyor ve bunun üzerinden gidersek eğer dolayısıyla bu toplumsal çalkantının gerçekleştiği, sürdüğü, sürmekte olduğu güç dönemlerde oluşan bir durum. Karagöz’de böyle bir hadise var, o yüzden özellikle 16. Yüzyıldaki... -Ece Ayhan da bahsediyor bundan hatta bu durumdan 16. yüzyıldaki Osmanlıdaki bu karışıklıktan, ekonomik çöküntü başlangıcından ve hatta toplumsal kargaşadan hiç bahsetmeyen Osmanlı vakanüvisleri içinde ‘sarışın Osmanlı tarihçiler’ der o, sarışın ve karaşın söyleminden kaynaklanan bir deyişiyle.- Bu dönemde güçleniyor Karagöz ve bu dönemde de tam gaz devam ediyor toplumsal eleştiriye, zaten kaynaklandığı nokta o. Halkın kabullenmesi dolayısıyla bu kadar tutmasını ve bugüne taşımasını sağlayan niteliği bu.

Z.R.G: Mesela Metin And ve İlber Ortaylı’nın bu konuda çok güzel çalışmaları var.

J.K: Mesela Metin And çok ciddi çalışmalar ortaya koymuş birisi, İlber Ortaylı da birkaç yerde bahsediyor sanırım, değil mi?

Z.R.G: Evet, imparatorluğun En Uzun Yüzyılı kitabından bir bölüm okumak istiyorum...
‘’Karagöz, kahvehaneler, tekkeler ve hamamlar gibi kamuoyunu biçimlendiren araçlardan biriydi. 20. yüzyılda çocuklara yönelik, 19. yüzyılda yer yer galiz sözlerle dolu ama masum bir gölge oyununa dönüşen Karagöz, önceki yüzyıllarda Osmanlı kültürünün en çarpıcı siyasal hiciv örneklerini çıkartmıştır.’’

J.K: Evet, aslında Karagöz’ün hiç de hiciv içermediğini veyahut da hiç sistem eleştirisi yapmadığını…

Z.R.G: Eğlencelik.

J.K: …sadece eğlencelik olduğuna yönelik böyle bir önyargı var ve bu, tarihi süreç içinde de var, zaten Türkçe kaynaklarda böyle bir not, Karagöz hakkında geniş, kapsamlı bir araştırma ya da yazı bulunmadığı için böyle bir önyargı bizde yoğun bir biçimde var. Ancak, yabancılara dönüp bakacak olursak Osmanlı tarihi içinde 16-17-18-19. yüzyıllarda buraya gelip toplumsal yaşam hakkında notlar alıp, kitaplar çıkartan belki de Karagözü de bu bağlamda konu başlığı edinen yabancı yazarlara bakarsak eğer, orada çok ciddi şekilde Karagöz’den alıntılar bulunduğunu ve aynı zamanda Karagöz’ün çok ciddi bir biçimde o dönem içinde Osmanlıda serbest olmayan bir çeşit ayaklı gazete işlevi gördüğünü söylüyorlar; bu çok doğru. Genel olarak bu yanılgıya düşülmesinin sebebi Karagöz’ün bu kadar yaygın oluşu. Sokaklarda köşe başlarında bile Karagöz oynatan hayaliler var fakat asıl olan o değil, daha ziyade kahvehanelerle başlıyor bu durum. Bu da yanılmıyorsam 1850’lere rastgeliyor. Tarih konusunda yanılma olasılığım çok yüksek; o konuda referans olmayayım fakat, Tahtakale’de kahvehanelerde başlıyor… Kahvehaneler kontrol altına alınamayan ve toplumsal dinamik oluşturan bir çeşit mekâna dönüşüyor. Aslında iktidar, kahvehanelerden rahatsız çünkü kontrolü altında değil ve çeşitli toplumsal gruplardan, sosyolojik kesimlerden insanlar var; bunlar kahvehanelerde biraraya geliyorlar. Hani dingin bir görüntü vardır ya üzerine ölü toprağı serpilmiş, deyip kızdığımız; aslında orada çok ciddi bir toplumsal dinamik oluşmasına sebep oluyor, bu insanların birbirleriyle iletişim kurmaları neticesinde. Tarihi süreç içerisinde Karagöz’ün de en temel sahnelerinden birisi kahvehaneler. O bakımdan bu çok önemli çünkü kahvehanelerle birlikte ilerleyen bir gelişim süreci var. 16-17-18. yüzyılda yoğun hiciv ve ağır eleştiriler içeren bu Karagöz oyunları sürerken, belki de 19.yüzyıla yaklaştığımız zaman aynen İlber Ortaylı’nın da dile getirdiği gibi artık galizleşmeye başlıyor, belden aşağı esprilere, daha çok eğlenceliğe dönüşmeye başlıyor ama büyüklere yönelik olarak.

Z.R.G: Bugüne baktığımızdaysa sanki sadece çocuklara yönelik gibi?

J.K: Maalesef, tamamen piyasaya yönelik; işte bu bahsetmiş olduğumuz sansürün bir başka açısı. En başta doğrudan doğruya yasaklama gerekmiyor demiştim ya? Sansürün bir çeşidinde de şöyle bir dolaylama var, ekonomik baskı yoluyla yozlaştırma da söz konusu olabilir. Ne yazık ki bu gün, Karagöz o siyasi ve gündelik duruşunu kaybetmiş durumda ve eğlenceliğe,    -ancak 19. yüzyıl veya 20. yüzyılda sürdüğü gibi değil de,- doğrudan doğruya çocuklara yönelik bir etkinliğe dönüşmüş durumda ve bu korkunç bir gidişat. Aslında bu, sansürün toplumsal ve ekonomik baskı ile oluşturulan hali. Karagöz’ün aslında bu tarihi süreçten akıp geldiğini görmek ihtiyacı var, çünkü günümüzde de hala -Abdülhamit döneminden bahsediyoruz ama- bugün de medya farklı bir durumda gözükmüyor ne yazık ki.

Z.R.G: Bloglar kapatılıyor.

J.K: Bloglar kapatılabiliyor, medya ile ilişkili çok fazla soru var insanların zihinlerinde. Birçok ilginç söylem söz konusu ve burada bir soru işareti oluşmuş vaziyette. Demek ki, bu Karagöz’ün tarihçesini ve sansür üzerinden o tarihçeyi bilmek geçmişe ve bugüne bakabilmek açısından çok değerli. Gelecekte toplumsal belleğin nasıl şekilleneceğini bugünü nasıl anlamlandırabileceğimizi anlamak üzerine çok değerli bir bilgi kaynağı olarak görmek gerekiyor bunu.
Perdenin çifte anlamlılığından bahsetmiştim hatırlarsınız; bu biraz da Freudyen bir söyleme giriyor çünkü psikanalizde çifte değerlilik diye bir kavram vardır. Freud, günlük yaşamın psikopatolojisinde perde anı diye bir kavram ortaya atıyor. Kabaca söz edersek, çocukluğumuza ait anılarımızı çok net anımsayamadığımız halde bunlardan bazılarını hala saklıyor oluşumuz, hâlbuki çok net anımsamamız gereken birçok şeyi hafızamızda tutamıyor oluşumuz. Bunun ilginç bir alt yapısı olduğunu düşünüyor Freud ve bastırılmış cinsel yaşantıları ya da düşlemlerimizi oluşturduğumuzu düşünüyor; bu da psikanaliz yöntemini oluştururken önemli bir kaynak oluyor onun için. Bu perde anı değerinden bahsetmemin sebebi ise şu, dediğim gibi Karagöz’de çifte anlamlılık gibi bir hadise söz konusu, bu yapısal bir nitelik aynı zamanda. Ayna diye tabir ettiğimiz ve ardında hayaliyi gizleyen bir perde var ve kimse hayalinin kim olduğunu bilmiyor ve hayali…

Z.R.G: Ve hayali birçok şey oluyor değil mi orada?

J.K: Elbette, aynı zamanda birçok karaktere bürünüyor fakat…

Z.R.G: Hem müzisyen, hem de hicivci.

J.K: Evet, tiyatral anlamda sekiz, dokuz fonksiyonu olan birisi. Bir de şöyle bir durum var; geleneksel olarak hayalinin çıkıp selam vermesi ve kendisini tanıtması gibi bir durum söz konusu değildir Karagöz’de. Perdenin ardından da hayalinin oynattığı oyunu seyredersin ve hayalinin kim olduğunu bilmeyebilirsin. Geçmişte çoğu insan bilmezdi. Şimdi etkinlikler sırasında belirtiliyor tabii, fakat gelenekten gelen hadise budur, dolayısıyla da burada hem yapısal hem de niteliksel bir çifte değerlilik söz konusu; bu da bana şunu düşündürdü: Freud’un çifte değerlilik olarak kastettiği şey perde anı olarak çevrilmiş dilimize, aslı ‘dekernerrung’ gibi bir kelime -hiç Almancam yok, büyük ihtimalle katletmiş olabilirim  dili, bundan dolayı herkesten özür dilerim- toplumsal belleğin sağlamlaştırılabilmesi için bugünü anlamlı kılabilmek gerekiyor ve bunu sağlayabilmek için de böyle bir yol kat etmek gerekiyor olabilir geriye doğru ki, bugün bu blogların yasaklanması veyahut medya üzerine oluşan soru işaretlerine doğru bir analiz koyabilmek için ihtiyaç duyacağımız bir şey sanıyorum.

Z.R.G: Var mı başka söyleyeceğin bir şey?

J.K: Gündüz konuştuğumuz bir şey daha vardı; hatırlarsın. İnsanlar genel itibarıyla Karagöz’ün kurgusunda bir kapalılık olduğunu düşünüyor.

Z.R.G: Aksine fazlasıyla açık ve…

J.K: Ben orada bir şeyler söylemek isterim açıkçası.

Z.R.G: Halkın algısıyla halka direkt hitap etme…

J.K: Dediğim gibi, ben de bir hayaliyim ve elimden geldiğince ortaya bir şeyler koymaya çalışıyorum, diğer taraftansa Karagöz metni beni bir yazar olarak fazlasıyla ilgilendiriyor. Aynı zamanda Karagöz’ün Türk Romanı üzerindeki etkisi beni çok ilgilendiriyor. Bu bağlamda metne baktığımızda Karagöz jargonunun oldukça parlak bir fikir olduğunu düşünüyorum, çünkü böyle bir jargon dünyanın hiçbir yerinde yok. Çok kapalı gözüküyor ve sürekli olarak aynı tiplemeler var; bunun nereye kadar sürdürülebileceği düşüncesi kurcalıyor insanların aklını. Toplasanız en fazla 50-100 tipleme çıkar ortaya 101. yok fakat yeni ekleme şansınız yok ve jargona uygun bir akış sağlamak zorundasınız; ilk başta bunu kısıtlanmış bir kurgu gibi görüyorsunuz, fakat o karakterlere size korkunç bir ferahlık ve inanılmaz bir kurgu çıkartmanızı sağlayabiliyor; dolayısıyla sanılanın aksine yine burada da çift yönlülük gibi bir hadise söz konusu. Kendisini saklıyor fakat o gizliliğin arkasında. Çok ciddi bir açıklık söz konusu ve o açıklık üzerinden giderek hayaliler oyun metinlerini çıkartırken bu eleştirel tavrı takınabiliyorlar karakterler üzerinden. Bu da çok önemli. Karagöz metinleri aslında Türk Edebiyatı için çok değerli ki, bir kısmı -biraz zor olsa bile ulaşmak- Türkçe kaynaklarda hala bulunabiliyor. Bir şeyler yazıp çizmek isteyen insanlara tavsiye ederim; gelenekten kaynaklı oluşundan dolayı bilinmesi gereken çok değerli metinler bana göre.

Z.R.G: Teşekkürler Janset konuğumuz olduğun için.

J.K: Ben teşekkür ederim.
Z.R.G: Bu arada kolektiften arkadaşımız Dr. Üstün Yıldırım’a program cıngılı için teşekkür ederiz.

J.K: Evet, birazdan dinleyeceğimiz cıngıl için.

Z.R.G: Herkese iyi akşamlar.

J.K: İyi akşamlar. 

4 Mart Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


4 Mart 2011
Zafer Yalçınpınar
Janset Karavin 
Zeynep Rojda Güvenç



Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar ben Janset Karavin ve...

Zeynep Rojda Güvenç: Zeynep Rojda Güvenç...

J.K.: Bu akşam yanımızda Zafer Yalçınpınar var daha önce de açıkladığımız gibi. Zafer merhaba, hoş geldin.

Zafer Yalçınpınar: Hoş bulduk.

J.K.: Nasılsın?

Z.Y.: Heyecanlı!

J.K.: Biraz apar topar girdik yayına belki de o yüzden ama eminim konuşmaya başladıkça rahatlayacağız ve gayet de güzel olacak, geçecek sohbet... Bize biraz yaptıklarından bahseder misin her şeyden evvel, yani belki de bilmeyen, farkında olmayan insanlar vardır her şeye rağmen?

Z.Y.: Her şeyden evvel, dedin, aslında Evvel Fanzin diye bir blogum var. Orada bir takım edebiyat efemeraları, alternatif kültüre ait efemeralar ve bir kesimi memnun etmeyecek paylaşımlarda bulunuyoruz. Bunun dışında özgür neşriyatları yıllardır takip ediyorum. Bu özgür neşriyatlar çok çeşitli, benm de çıkardığım, kolektif olarak arkadaşlarla da yaptığımız ama en bilindiği Kuzey Yıldızı edebiyat dergisi; Özge Dirik’in de içinde olduğu. Ardından Kuzey Yıldızı kapanınca, Kadıköy’de, Sonrasızlık diye bir fanzin çıkardık. Onun ardından da P.A.T! diye bir internet oluşumumuz vardı; tabii bloglara yöneldi artık fanzin hayatı...

Z.R.G.: Tam da onu soracaktım ben; fanzinle blogu nasıl ayırıyorsun sen ve fanzini nasıl tanımlıyorsun?

Z.Y.: Valla bugün... Fanzini tanımlamak güzel bir soru... Fanzin şöyle; bir konunun fanı olan, bir konuya odaklanmaya çalışan özgür bir neşriyat olarak tanımlayabiliriz. 

Z.R.G.: Ama artık bloglar daha mı revaçta içerik olarak?

Z.Y.: Evet içerik olarak... Şöyle düşünebiliriz; iki kişinin olduğu yerde bir iktidar vardır, fanzin olsa bile. Bugünkü iktidara eklemlenen fanzinler de var; farkında olmadan yapıyorlar tabii bunu. Ama blogta böyle bir iktidar sistematiği yok. Çıkıyor ve yazıyor insan, biribirini takip ediyor, paylaşıyorlar...
Bu arada bloglardan sözü açmışken Blogspot’un engellenmesi...

Z.R.G.: Evet, onu da soracaktım?

J.K.: Ne düşünüyorsun bu konuda? Düşünülecek bir şey var mı daha doğrusu mu?

Z.Y.: Ne bileyim... Aleme rezil olmanın alemi yok! Bunu, Borges Defteri var işte; o da Blogspot üzerinden yayın yapıyordu –benim kalp ve vicdan olarak bir olduğum bir gruptur- onun bildirisinden aldım bu lafı, buraya taşıdım. Mesela Borges Defteri’ni düşünebiliriz ilginç özgür neşriyatların arasında. 

J.K.: Çok ciddi bir yayın olduğunu da söyleyebiliriz. Türkiye’de seyrek rastlanan, belki yanına, bağlam olarak tutmasa da Futuristika’dan bahsedebiliriz; blog üzerinden değilse de ibternet üzerinde doğru dürüst yayında bulunan, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan bloglardan birisi...

Z.Y.: Özgür neşriyat dediğimiz zaman; sözünü esirgememesi lazım ama tamamıyla da dağınık, derbeder bir şey olmamalı. Mesela bugün atölyenize geldiğimde, orada bir sürü fanzin vardı; 90’lardan tutun hatta 70’lerden bile bir şeyler vardı, ben sanki gördüm! 

J.K.: Evet evet!

Z.R.G.: İhap Hulusi...

Z.Y.: İhap Hulusi mesela çok ilgimi çekti benim; bir fanzin çıkıyor 90’larda İhap Hulusi’yi anarak... Hatta neydi? İhap Hulusi Underground...
Bu arada İhap Hulusi’den de bahsedelim; eski bir grafik tasarımcı, duayen tabii. Duayen demeyeyim de öncülerden. 
Aslına bakarsanız Yer6 Hafıza doğru bir proje bence. Biraz projeyle ilgili bir şeyler dile getirmek isterim...

J.K.: Evet fikrini almak isterim, meraktayım?

Z.Y.: Fanzin dediğimiz zaman 90’lardan bugüne kadar gelen bir süreç var. Bu süreçte bir şeylerin sonuna gelindi artık. Çünkü insanlar biçimsel özelliklerine fanzinin itibar etmeye başladılar, içeriğe önem vermiyorlardı. Fanzincilerin bir derdi vardı. Dertleri şuydu; editörler onların sözlerine geçit vermiyorlardı. Onlar da biz kendi sözlerimizi, kendi ilgilerimizi, kendi odaklarımızı edebiyat, sanat kahyalarından kurtulup...

J.K.: Bilirkişi tahakkümünden çıkıp...

Z.Y.: Aynen öyle, o iktidardan kurtulup kendi kendimize yaparız. Ha yaygın değil miyiz? Biz de fısıltı olarak yayılırız. Yüz bin, iki yüz bin basmayız da, beş on basarız ama bizim fısıltımız, bizim söylediğimiz sözlerin içeriği daha kuvvetli mantığıyla ortaya çıktı. 
Yeraltı kelimesi benim artık kafama takılmaya başlıyor... Bunu sağda solda, olur olmadık yerlerde hep dile getirdim. Sanki yeraltı bitti ya da hiç olmadı ya da şu anki yaşamsal karşılığı yeterince yok içerik anlamında; biçimsel olarak vardır tabii ama içerik olarak böyle bir karşılığının olmadığını düşünüyorum. Bunu da çok açık gönüllülükle sölüyorum bunu.

J.K.: O bir etikete doğru gitmeye başladı son zamanlarda. Seni, beni, onu, şunu yeraltı etiketiyle yaftalayıp bir şekilde artık vitrine çıkmaya hazır hale getirmek... Böyle bir eylem.

Z.Y.: Vitrin demişken, mesela isim vermeden söyleyeyim; büyük bir yayınevinin hiç unutmuyorum, yeraltı edebiyatı diye bir bölümü vardı. Bu büyük yayınevinin mağazası üç beş katlı büyük bir şeydi... Giriyorsunuz, spotların altında yeraltı edebiyatı, güzel güzel ciltlenmiş kitaplar, önünde duruyorsunuz falan... Böyle bir endüstileşme havası ilk burada sezmiştim yeraltı edebiyatı anlamında...

J.K.: Seç beğen al!  

Z.Y.: Ama burada kitaplar söz konusuydu, fanzinlere bu işler bulaşmamıştı. Fanzinler her zaman elden ele ve özgürce dağıtılmayı düşünmüşlerdi; o yüzden kitapçılarla fazla ilişkileri yoktu. O da biçimsel bir şey, elden ele gitmesiyle...

J.K.: Bir süre sonra sanıyorum o kitapçılarla olan ilişkiler biraz fazlalaşmaya başladı; dirsek teması yoğunlaşmaya başladı...

Z.Y.: Hatırlıyorum; marketlerdeki barkodlarla ilgili birçok çalışmalar yapıldı... O barkodları hapisane parmaklıkları gibi gösterdiler falan... Böyle bir kodlama imgesi vardı. Edebiyat ve sanatı birleştiren bir ‘şey’ olarak fanzini düşündüğümde, zineleri, özgür neşriyatları düşündüğümde bu kodlamaları kıracak başka kodlamalarla ama derli toplu bir şey... Fakat şimdi bugünkü fanzinler içeriksel olarak bu kodlamaları kıramaz hale geldiler. Koda bu kadar niye taktım, barkoda niye taktım? Şimdi giriyorsunuz, bazı kitabevlerinde ama bazılarında; hepsinde değil... Bir çeviriyorsunuz fanzini, oraya bir kodlama koyulmuş. Eskiden, insanların en nefret ettiği şeydi ama bugün sistemin içine giren, mecburen yapılan bir şey haline geldi. Parçası oldu. Yani üstüne kod koyuyorlar falan. Ha zaman zaman ben de bu sistemin içine girdim ama her zaman garipsedim, garipsediğim bir şeydi. Yeni nesil bunu bu kadar garipsemiyor olabilir...

J.K.: Bu yeraltı kavramının içi boşaltılmış bir kelimecik olarak karşımıza çıkmasının sebeplerinden biri de belki de geçmişinin çok iyi bilinmeyişi, kavramsal geçmişinin bilinmeyişi. Sen bunun için bir şey söylüyordun; köprüaltı ile başlayıp nereye giden? 

Z.Y.: Denizaltına giden... Rafet’ler (Rafet Arslan) bunu sualtı olarak da ifade ediyorlar. 

Z.R.G.: Köprüaltı ile yeraltını nasıl ayırıyorsun?

Z.Y.: O ilginç bir hikaye. Aslında tanık olmadığım dönemlere ilişkin konuşmayı pek sevmiyorum ama biraz da tarihsel araştırma huyum var; kurusun, kurumuyor... Yeraltı edebiyatı 90’larda meşruulaştı. Bunun kuramı ortaya koyuldu 101 Fanzin Sergisi’nde Kargaart’ta yapılmıştı; Altay Öktem’in çalışmaları. 

Z.R.G.: Hatta bu konuda bir kitabı da var...

Z.Y.: Kitabı da var. Sonra Şehrin Kötü Çocukları; gene İthaki’den galiba... İşte o dönemde yeraltı edebiyatı, altkültürle, üstkültürle ve diğer bileşenleriyle Altay Öktem tarafından ele alındı ve bir de çeşitli parçaları verdiler. Bu aslında yeraltı edebiyatının Türkiye’de yeraltı edebiyatı olduğu dönem. Kimse bilmiyordu bunun yeraltı edebiyatı olduğunu. Altkültür nedir, alt dil, üst dil bunlar nedir pek bilinmiyordu ama Altay Öktem’in çalışmasıyla yeraltı edebiyatına yeraltı edebiyatı denmeye başlandı. Fakat bana sorarsanız yaşamsal karşılığı az olan bir şey bu çalışmadan sonra daha da azalmaya başladı. Çünkü Türkiye’de bir yeraltı edebiyatının olabileceğini düşünmüyorum ama bir köprüaltı edebiyatı olabilir diye düşünüyorum. Ve 90’larda Galata Köprüsü’nün altı, Ortaköy gibi mekanlar başka dehlizler, kuytularda bir kültür vardı. Ve bence, tabii sadece edebiyatla şiirle falan ilerleyen değil, aynı zamanda graffitilerle, punkla müzikle iç içe ilerleyen bir külüt vardı ama bu kültürü ben, 80 sonrası siyasi koşullarda ortaya çıkmış köprüaltı kültürü... Meydanlardan inenlerin masa başında yaptığı söylemler olarak gördüm.  Bu devam etti, hatta 2001 – 2002’yi de yeraltı edebiyatı anlamında iyi yıllar olarak görebiliriz. 

J.K.: Nispeten... Bugüne nazaran...

Z.Y.: Ondan sonra bir endüstrileşme kafası ortaya çıktı. Farkında olmadan endüstrileşiyorlar; içerik aynı, her şey aynı, bir fanzinin diğerinden bir farkı yok. Oysa ki binlerce farkının olması lazım söylem olarak. Dil bile aynılaştı. Burada ben dili çok önemsiyorum. Ece Ayhan diyor ya, aşk örgütlenmektir, aslında dil örgütlenmektir. Bu kapsamda da iktidar ve gaddarlık karşıtlığını kaybedip bir endüstrileşmeye doğru gittiğine inanıyorum ben içeriksel olarak; biçimsel olarak değişik şeyler olabilir. Sanki belirgin odak konuları yok, dilde sorunlar var, odaklanmaktan uzaklar! Benim çalışmalarım da süper yakın değil 90’ların o odağına, havasına vesaire ama kendince belli odak noktaları, ilgileri var. 
Mesela 491 diye bir şey yapıyoruz, aslında bu bir Dadacının bundan seksen doksan yıl evvel başladığı bir şey 291 diye...

J.K.: 291’den 491’e. 

Z.Y.: Evet, 491’e kadar geldi işte. 291 yanılmıyorsam Paris’te, ardından 391 Nev York’ta Galeri 391, ardından Türkiye İstanbul Kadıköy’de de 491. 

J.K.: Buradan denizaltına doğru...

Z.Y.: Denizaltına nasıl gidiyor? 

J.K.: Köprüaltından denizaltına geçiş bu süreçte yaşanan bozulmalar ve şimdi ne olabilir?

Z.Y.: Benim denizaltı dediğim şey şu; tıpkı ikinci yeni şiir akımında olduğu gibi imgesel özgünlüğün yakalanması ve onun için de, bu iş için de yeni yer yok artık ve bu iş daha derinlere gitmeli, derin dille, sığ olmayan bir dille...

Z.R.G.: Köklerini bulmalı?

Z.Y.: Ya da yeni kökler oluşturmalı. Ama bir orijin olmalı, bir temel olmalı gibi geliyor bana içeriksel olarak. Yeni deyince de bütünüyle saçmalayamayız. Bir derdi olmalı ve o dert artık yerlerde değil derinlerde. Ben de dalga geçtim; yeraltı edebiyatı bitti, denizaltı edebiyatı var diye. Kendimce bir söylemde bulundum. Aslında bunun bir hikayesi de var. Ben bir zamanlar sahaftan bir tane argo sözlüğü buldum. İncecik bir argo sözlüğü; ilginçtir bunu Türk Dil Kurumu neşretmiş zamanında. 

J.K.: Aa evet! 40’lı yıllar ve Ferit... İsim hafızam çok fena... 
Z.Y.: Ben de anımsayamıyorum ama çok önemli bir şeydi. Başka argo sözlükler de var...

J.K.: Bu çok değerli...

Z.Y.: Değeri şuradan; yeni yapılan bir sürü argo sözlüğü var mesela Ali Püsküllüoğlu’nn bir argo sözlüğü var; kimse bilmez. Hulki Aktunç’un var herkesin bildiği, yani yeni o... Ama Türk Dil Kurumu’ndan bizzat bir zatı şahane çıkmış diyeyim! İnce bir kitap yapmışlar; ben bunu sahaftan buldum. 

J.K.: Oluyor öyle kazalar...

Z.Y.: İlginç olan şuydu; üstünde imha yazıyordu kitabın. İmha edilmiş yani tasnif sonrası. Bir denizaltı filosunda mı ne istiflenmiş, tam hatırlamıyorum ama, o anda kafamda böyle bir düşünce çaktı ki, o argo başka bir argo. İlişkilendirdim bu söylemi böylece.

J.K.: Bense şöyle ilişkilendirmiştim senden ilk duyduğum zaman, üzerine ilk konuştuğumuz zamanlar ki, herhalde bir buçuk iki seneyi buluyor... Yeraltı edebiyatı tamam, eyvallah fakat yerin altında bulunduğun esnada öldüğün anlamına gelmiyor bu yani nihayet üstün toprakla örtülmüyor, yerin altında bir dehliz arıyorsun kendine çünkü yerin üstündeki söylem, dil, imgeler artık seni kesmiyor, artık söylemek istediğine erişemiyorsun bu noktadan ve bir başka dehliz arıyorsun rahatça yazabileceğin, söyleyebileceğin, çalabileceğin ve bunun için yapıyorsun bunu; gene nefes alıyorsun, yerin üstündekilerle aynı havayı teneffüs etmek mecburiyetinde kalıyorsun çünkü gene hava var ortamda. Ama denizaltı dediğin zaman o iş değişiyor! Yani ben, diyorsn, öyle bir noktaya götürüyorum ki artık bunu, ben sizin gibi değilim; tırnak içinde gibi değilim, artık kendimim ve ben burada soluklanıyorum. Sizin soluklandığınız, sizin beslendiğiniz damar artık burada yok ben başka bir yere doğru gidiyorum anlamını da çıkarttım, öyle bir hisse kapıldım denizaltını duyunca ve bunu kendi düşüncelerimle de şöyle bağlantılandırdım: Artık görüyorum ki ben, öyle bir noktaya vardık ki, köke inemeyen, buradan köklenemeyen her türlü hareket bir şekilde askıda kalmak durumunda. O sanki janjanlı ambalaj kağıtlarıyla sarılıp, bir gösterge haline dönüştürülüp, satılacak bir ürüne dönüştürülmek mecburiyetinde, istemese de bu yola doğru gidiyor. 

Z.Y.: Evet, metalaşıyor aslında...

J.K.: Çağın gereği yüzünden böyle bir şey oluyor, sistemin baskısı yüzünden, ancak kendisi lan, hakiki olan –bugün paylaşmıtım bir şekilde gene bunu, geldi aklıma: Devletin ve başka resmi kanalların, devlet derken kastım kurumsallık, edebiyatta devlet kavramının onaylamadığı, artık var saymadığı ve hakiki olarak orada var olan, dokunulabilir olan ve heykeli dikilmeyecek ama soluk alıp veren ve denizin altında soluk alıp veren gerçek heykellere ihtiyaç var çıkış için. 

Z.Y.: Böyle bir imgeleme, böyle bir evren tasavvuruna ihtiyacımız var. Bence fanzinler eskiden bu evren tasavvuruna dille –dili içeriksel olarak çok önemsiyorum- hizmet eden bir dille yazılıyordu, şimdi yazılmıyor. Endüstrileşmiş bir dil var, endüstrileşmiş bir imgelem... Niye bundan rahatsızsızsın, diye soracak olursanız temel prensiplerinden rahatsızım. Mesela standartlaşma en temel prensibi endüstri uygarlığının; rahatsızım. Efendime söyleyeyim, azamileştirme; rahatsızım. Merkezileştirme; rahatsızım. Bunlardan rahatsızım ve bunlar maalesef özgür neşriyat diye geçinen oluşumlara da yansımış durumda. 

Z.R.G.: Bir de bugün Nazım Hikmet’ten konuşmuştuk... Ondan da kısa da olsa bahsedelim istiyorum çünkü aslında ilk fanzin... İşi araştırıp içine girdikçe öyle bir durum yakaladım; onu da paylaşalım istiyorum.

Z.Y.: Tabii... Zeynep bana 90’larda İhap Hulusi Underground diye bir fanzin çıkmış; gerçekten çok sıkı bir şey, gerçekten çok beğendim ve bir fotokopisini alacağım, onu gösterdi. O esnada aklıma birden geldi; Nazım Hikmet açlık grevine başladığı zaman Bursa Cezaevi’nde, Nazım Hikmet adında bir bildiri, bir neşriyat çıkıyor. 

Z.R.G.: İçindeki isimler... Orhan Veli var...

Z.Y.: Evet, birçok isim var, birçok mahlas da var tabii ama mesela şu ilginç; Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın Nazım’la birlikte iki günlük açlık grevine başladığı yönündeki bildiriyi o neşriyatta yayınlaması. Şöyle düşünün; iki parça bir şey, adı Nazım Hikmet, önemli şaierlerin yazıları var ama mahlaslarla yazılarda var, tam bir fanzin kafası diye düşündüm ve kendi kafama göre ilk fanzin olarak bunu gördüm. Kendimce de böyle söyledim. Fanzin demeyeyim de bir özgür neşriyat olarak gördüm bunu.

J.K.: Tabii tabii, aynı çerçeve içine alınabilir bir şey nihayetinde. O mantıkta evet.

Z.Y.: Ben blog olayını çok önemsiyorum, interneti çok önemsiyorum. 

J.K.: Peki sana şunu sorabilir miyim madem buraya giriyorsun; ben de şunu önemsiyorum; biz Yer6 Hafıza diye bir proje yürütüyoruz, evet pdf  formatında, elektronik başka formatlar da; zaman içinde geliştirilen formatlar da bulunabilir ve bunları da topluyoruz elbette. Zaten birkaç aşama oluşturuyoruz, elektronik ortama da aktaralım diye düşünüyoruz, mikrofilmlere kadar gitmeyi düşünüyoruz . Müzecilik, koleksiyonculuk mantığında böyle bir şey var zaten. Koleksiyonu yapılan şeyin fiziksel olarak kaybedilmemesi ve bulunması esas. Bu durumda sen ne dşünüyorsun, internet mi yoksa bası olarak bulunma hali mi?

Z.Y.: Valla, çok zor bir soru... Ben interneti tercih ediyorum. Pektabii orada yazılanlar da yazı, orada yazılanlar da gözle okunabiliyor; önemli olan düşünceyi dolaşıma sokmak, imgeyi dolaşıma sokmak.  

Z.R.G.: Ve en hızlı da artık bu şekilde yerini buluyor...

Z.Y.: Evet, ben interneti çok önemsiyorum; teknik özellikleri de çok kuvvetli internetin. 

J.K.: Bu yadsınamaz tabii.

Z.Y.: Yani aramalar olsun, hatta Envivo diye bir program var; bağlamlı olarak arama bile yapabiliyorsunuz konulara bölüp, üzerinde çalışıp orada. Benim söyleyeceklerim aslında bu kadar!

J.K.: Yani internet üzerinde bulunması değerli?

Z.Y.: Ben değerli buluyorum. Dijital ortamda bulunmasını çok değerli buluyorum.  

J.K.: Dolaşım açısından da bakarsak öyle...

Z.Y.: Ama teknik olarak da çok değerli. Ben araştırmalarımı, metin analizlerimi, söylem analizlerimi dijital ortamda daha rahat yapıyorum. 

J.K.: Anlıyorum. Teşekkür ediyoruz Zafer...

Z.Y.: Ben teşekkür ederim...

J.K.: Ben ayrıca bügün atölyede giriştiğimiz hoş sohbet için de teşekkür ederim; epey bir zaman olmuştu görüşmeyeli. Hem buraya kadar zahmet ettin geldin... 

Z.R.G.: Çok güzel bir paylaşım oldu...

Z.Y.: Ben de hem ikinize hem Açık Radyo ekibine çok teşekkür ediyorum.