Yer6 Hafıza Projesi'ne Destek Vermek İçin...

Posta Çeki Hesabımız: 8830591 PTT Beyoğlu Şubesi

22 Eylül 2011 Perşembe

4 Mart Yer6 Hafıza 94.9 Açık Radyo - Açık Dergi


4 Mart 2011
Zafer Yalçınpınar
Janset Karavin 
Zeynep Rojda Güvenç



Janset Karavin: Herkese iyi akşamlar ben Janset Karavin ve...

Zeynep Rojda Güvenç: Zeynep Rojda Güvenç...

J.K.: Bu akşam yanımızda Zafer Yalçınpınar var daha önce de açıkladığımız gibi. Zafer merhaba, hoş geldin.

Zafer Yalçınpınar: Hoş bulduk.

J.K.: Nasılsın?

Z.Y.: Heyecanlı!

J.K.: Biraz apar topar girdik yayına belki de o yüzden ama eminim konuşmaya başladıkça rahatlayacağız ve gayet de güzel olacak, geçecek sohbet... Bize biraz yaptıklarından bahseder misin her şeyden evvel, yani belki de bilmeyen, farkında olmayan insanlar vardır her şeye rağmen?

Z.Y.: Her şeyden evvel, dedin, aslında Evvel Fanzin diye bir blogum var. Orada bir takım edebiyat efemeraları, alternatif kültüre ait efemeralar ve bir kesimi memnun etmeyecek paylaşımlarda bulunuyoruz. Bunun dışında özgür neşriyatları yıllardır takip ediyorum. Bu özgür neşriyatlar çok çeşitli, benm de çıkardığım, kolektif olarak arkadaşlarla da yaptığımız ama en bilindiği Kuzey Yıldızı edebiyat dergisi; Özge Dirik’in de içinde olduğu. Ardından Kuzey Yıldızı kapanınca, Kadıköy’de, Sonrasızlık diye bir fanzin çıkardık. Onun ardından da P.A.T! diye bir internet oluşumumuz vardı; tabii bloglara yöneldi artık fanzin hayatı...

Z.R.G.: Tam da onu soracaktım ben; fanzinle blogu nasıl ayırıyorsun sen ve fanzini nasıl tanımlıyorsun?

Z.Y.: Valla bugün... Fanzini tanımlamak güzel bir soru... Fanzin şöyle; bir konunun fanı olan, bir konuya odaklanmaya çalışan özgür bir neşriyat olarak tanımlayabiliriz. 

Z.R.G.: Ama artık bloglar daha mı revaçta içerik olarak?

Z.Y.: Evet içerik olarak... Şöyle düşünebiliriz; iki kişinin olduğu yerde bir iktidar vardır, fanzin olsa bile. Bugünkü iktidara eklemlenen fanzinler de var; farkında olmadan yapıyorlar tabii bunu. Ama blogta böyle bir iktidar sistematiği yok. Çıkıyor ve yazıyor insan, biribirini takip ediyor, paylaşıyorlar...
Bu arada bloglardan sözü açmışken Blogspot’un engellenmesi...

Z.R.G.: Evet, onu da soracaktım?

J.K.: Ne düşünüyorsun bu konuda? Düşünülecek bir şey var mı daha doğrusu mu?

Z.Y.: Ne bileyim... Aleme rezil olmanın alemi yok! Bunu, Borges Defteri var işte; o da Blogspot üzerinden yayın yapıyordu –benim kalp ve vicdan olarak bir olduğum bir gruptur- onun bildirisinden aldım bu lafı, buraya taşıdım. Mesela Borges Defteri’ni düşünebiliriz ilginç özgür neşriyatların arasında. 

J.K.: Çok ciddi bir yayın olduğunu da söyleyebiliriz. Türkiye’de seyrek rastlanan, belki yanına, bağlam olarak tutmasa da Futuristika’dan bahsedebiliriz; blog üzerinden değilse de ibternet üzerinde doğru dürüst yayında bulunan, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan bloglardan birisi...

Z.Y.: Özgür neşriyat dediğimiz zaman; sözünü esirgememesi lazım ama tamamıyla da dağınık, derbeder bir şey olmamalı. Mesela bugün atölyenize geldiğimde, orada bir sürü fanzin vardı; 90’lardan tutun hatta 70’lerden bile bir şeyler vardı, ben sanki gördüm! 

J.K.: Evet evet!

Z.R.G.: İhap Hulusi...

Z.Y.: İhap Hulusi mesela çok ilgimi çekti benim; bir fanzin çıkıyor 90’larda İhap Hulusi’yi anarak... Hatta neydi? İhap Hulusi Underground...
Bu arada İhap Hulusi’den de bahsedelim; eski bir grafik tasarımcı, duayen tabii. Duayen demeyeyim de öncülerden. 
Aslına bakarsanız Yer6 Hafıza doğru bir proje bence. Biraz projeyle ilgili bir şeyler dile getirmek isterim...

J.K.: Evet fikrini almak isterim, meraktayım?

Z.Y.: Fanzin dediğimiz zaman 90’lardan bugüne kadar gelen bir süreç var. Bu süreçte bir şeylerin sonuna gelindi artık. Çünkü insanlar biçimsel özelliklerine fanzinin itibar etmeye başladılar, içeriğe önem vermiyorlardı. Fanzincilerin bir derdi vardı. Dertleri şuydu; editörler onların sözlerine geçit vermiyorlardı. Onlar da biz kendi sözlerimizi, kendi ilgilerimizi, kendi odaklarımızı edebiyat, sanat kahyalarından kurtulup...

J.K.: Bilirkişi tahakkümünden çıkıp...

Z.Y.: Aynen öyle, o iktidardan kurtulup kendi kendimize yaparız. Ha yaygın değil miyiz? Biz de fısıltı olarak yayılırız. Yüz bin, iki yüz bin basmayız da, beş on basarız ama bizim fısıltımız, bizim söylediğimiz sözlerin içeriği daha kuvvetli mantığıyla ortaya çıktı. 
Yeraltı kelimesi benim artık kafama takılmaya başlıyor... Bunu sağda solda, olur olmadık yerlerde hep dile getirdim. Sanki yeraltı bitti ya da hiç olmadı ya da şu anki yaşamsal karşılığı yeterince yok içerik anlamında; biçimsel olarak vardır tabii ama içerik olarak böyle bir karşılığının olmadığını düşünüyorum. Bunu da çok açık gönüllülükle sölüyorum bunu.

J.K.: O bir etikete doğru gitmeye başladı son zamanlarda. Seni, beni, onu, şunu yeraltı etiketiyle yaftalayıp bir şekilde artık vitrine çıkmaya hazır hale getirmek... Böyle bir eylem.

Z.Y.: Vitrin demişken, mesela isim vermeden söyleyeyim; büyük bir yayınevinin hiç unutmuyorum, yeraltı edebiyatı diye bir bölümü vardı. Bu büyük yayınevinin mağazası üç beş katlı büyük bir şeydi... Giriyorsunuz, spotların altında yeraltı edebiyatı, güzel güzel ciltlenmiş kitaplar, önünde duruyorsunuz falan... Böyle bir endüstileşme havası ilk burada sezmiştim yeraltı edebiyatı anlamında...

J.K.: Seç beğen al!  

Z.Y.: Ama burada kitaplar söz konusuydu, fanzinlere bu işler bulaşmamıştı. Fanzinler her zaman elden ele ve özgürce dağıtılmayı düşünmüşlerdi; o yüzden kitapçılarla fazla ilişkileri yoktu. O da biçimsel bir şey, elden ele gitmesiyle...

J.K.: Bir süre sonra sanıyorum o kitapçılarla olan ilişkiler biraz fazlalaşmaya başladı; dirsek teması yoğunlaşmaya başladı...

Z.Y.: Hatırlıyorum; marketlerdeki barkodlarla ilgili birçok çalışmalar yapıldı... O barkodları hapisane parmaklıkları gibi gösterdiler falan... Böyle bir kodlama imgesi vardı. Edebiyat ve sanatı birleştiren bir ‘şey’ olarak fanzini düşündüğümde, zineleri, özgür neşriyatları düşündüğümde bu kodlamaları kıracak başka kodlamalarla ama derli toplu bir şey... Fakat şimdi bugünkü fanzinler içeriksel olarak bu kodlamaları kıramaz hale geldiler. Koda bu kadar niye taktım, barkoda niye taktım? Şimdi giriyorsunuz, bazı kitabevlerinde ama bazılarında; hepsinde değil... Bir çeviriyorsunuz fanzini, oraya bir kodlama koyulmuş. Eskiden, insanların en nefret ettiği şeydi ama bugün sistemin içine giren, mecburen yapılan bir şey haline geldi. Parçası oldu. Yani üstüne kod koyuyorlar falan. Ha zaman zaman ben de bu sistemin içine girdim ama her zaman garipsedim, garipsediğim bir şeydi. Yeni nesil bunu bu kadar garipsemiyor olabilir...

J.K.: Bu yeraltı kavramının içi boşaltılmış bir kelimecik olarak karşımıza çıkmasının sebeplerinden biri de belki de geçmişinin çok iyi bilinmeyişi, kavramsal geçmişinin bilinmeyişi. Sen bunun için bir şey söylüyordun; köprüaltı ile başlayıp nereye giden? 

Z.Y.: Denizaltına giden... Rafet’ler (Rafet Arslan) bunu sualtı olarak da ifade ediyorlar. 

Z.R.G.: Köprüaltı ile yeraltını nasıl ayırıyorsun?

Z.Y.: O ilginç bir hikaye. Aslında tanık olmadığım dönemlere ilişkin konuşmayı pek sevmiyorum ama biraz da tarihsel araştırma huyum var; kurusun, kurumuyor... Yeraltı edebiyatı 90’larda meşruulaştı. Bunun kuramı ortaya koyuldu 101 Fanzin Sergisi’nde Kargaart’ta yapılmıştı; Altay Öktem’in çalışmaları. 

Z.R.G.: Hatta bu konuda bir kitabı da var...

Z.Y.: Kitabı da var. Sonra Şehrin Kötü Çocukları; gene İthaki’den galiba... İşte o dönemde yeraltı edebiyatı, altkültürle, üstkültürle ve diğer bileşenleriyle Altay Öktem tarafından ele alındı ve bir de çeşitli parçaları verdiler. Bu aslında yeraltı edebiyatının Türkiye’de yeraltı edebiyatı olduğu dönem. Kimse bilmiyordu bunun yeraltı edebiyatı olduğunu. Altkültür nedir, alt dil, üst dil bunlar nedir pek bilinmiyordu ama Altay Öktem’in çalışmasıyla yeraltı edebiyatına yeraltı edebiyatı denmeye başlandı. Fakat bana sorarsanız yaşamsal karşılığı az olan bir şey bu çalışmadan sonra daha da azalmaya başladı. Çünkü Türkiye’de bir yeraltı edebiyatının olabileceğini düşünmüyorum ama bir köprüaltı edebiyatı olabilir diye düşünüyorum. Ve 90’larda Galata Köprüsü’nün altı, Ortaköy gibi mekanlar başka dehlizler, kuytularda bir kültür vardı. Ve bence, tabii sadece edebiyatla şiirle falan ilerleyen değil, aynı zamanda graffitilerle, punkla müzikle iç içe ilerleyen bir külüt vardı ama bu kültürü ben, 80 sonrası siyasi koşullarda ortaya çıkmış köprüaltı kültürü... Meydanlardan inenlerin masa başında yaptığı söylemler olarak gördüm.  Bu devam etti, hatta 2001 – 2002’yi de yeraltı edebiyatı anlamında iyi yıllar olarak görebiliriz. 

J.K.: Nispeten... Bugüne nazaran...

Z.Y.: Ondan sonra bir endüstrileşme kafası ortaya çıktı. Farkında olmadan endüstrileşiyorlar; içerik aynı, her şey aynı, bir fanzinin diğerinden bir farkı yok. Oysa ki binlerce farkının olması lazım söylem olarak. Dil bile aynılaştı. Burada ben dili çok önemsiyorum. Ece Ayhan diyor ya, aşk örgütlenmektir, aslında dil örgütlenmektir. Bu kapsamda da iktidar ve gaddarlık karşıtlığını kaybedip bir endüstrileşmeye doğru gittiğine inanıyorum ben içeriksel olarak; biçimsel olarak değişik şeyler olabilir. Sanki belirgin odak konuları yok, dilde sorunlar var, odaklanmaktan uzaklar! Benim çalışmalarım da süper yakın değil 90’ların o odağına, havasına vesaire ama kendince belli odak noktaları, ilgileri var. 
Mesela 491 diye bir şey yapıyoruz, aslında bu bir Dadacının bundan seksen doksan yıl evvel başladığı bir şey 291 diye...

J.K.: 291’den 491’e. 

Z.Y.: Evet, 491’e kadar geldi işte. 291 yanılmıyorsam Paris’te, ardından 391 Nev York’ta Galeri 391, ardından Türkiye İstanbul Kadıköy’de de 491. 

J.K.: Buradan denizaltına doğru...

Z.Y.: Denizaltına nasıl gidiyor? 

J.K.: Köprüaltından denizaltına geçiş bu süreçte yaşanan bozulmalar ve şimdi ne olabilir?

Z.Y.: Benim denizaltı dediğim şey şu; tıpkı ikinci yeni şiir akımında olduğu gibi imgesel özgünlüğün yakalanması ve onun için de, bu iş için de yeni yer yok artık ve bu iş daha derinlere gitmeli, derin dille, sığ olmayan bir dille...

Z.R.G.: Köklerini bulmalı?

Z.Y.: Ya da yeni kökler oluşturmalı. Ama bir orijin olmalı, bir temel olmalı gibi geliyor bana içeriksel olarak. Yeni deyince de bütünüyle saçmalayamayız. Bir derdi olmalı ve o dert artık yerlerde değil derinlerde. Ben de dalga geçtim; yeraltı edebiyatı bitti, denizaltı edebiyatı var diye. Kendimce bir söylemde bulundum. Aslında bunun bir hikayesi de var. Ben bir zamanlar sahaftan bir tane argo sözlüğü buldum. İncecik bir argo sözlüğü; ilginçtir bunu Türk Dil Kurumu neşretmiş zamanında. 

J.K.: Aa evet! 40’lı yıllar ve Ferit... İsim hafızam çok fena... 
Z.Y.: Ben de anımsayamıyorum ama çok önemli bir şeydi. Başka argo sözlükler de var...

J.K.: Bu çok değerli...

Z.Y.: Değeri şuradan; yeni yapılan bir sürü argo sözlüğü var mesela Ali Püsküllüoğlu’nn bir argo sözlüğü var; kimse bilmez. Hulki Aktunç’un var herkesin bildiği, yani yeni o... Ama Türk Dil Kurumu’ndan bizzat bir zatı şahane çıkmış diyeyim! İnce bir kitap yapmışlar; ben bunu sahaftan buldum. 

J.K.: Oluyor öyle kazalar...

Z.Y.: İlginç olan şuydu; üstünde imha yazıyordu kitabın. İmha edilmiş yani tasnif sonrası. Bir denizaltı filosunda mı ne istiflenmiş, tam hatırlamıyorum ama, o anda kafamda böyle bir düşünce çaktı ki, o argo başka bir argo. İlişkilendirdim bu söylemi böylece.

J.K.: Bense şöyle ilişkilendirmiştim senden ilk duyduğum zaman, üzerine ilk konuştuğumuz zamanlar ki, herhalde bir buçuk iki seneyi buluyor... Yeraltı edebiyatı tamam, eyvallah fakat yerin altında bulunduğun esnada öldüğün anlamına gelmiyor bu yani nihayet üstün toprakla örtülmüyor, yerin altında bir dehliz arıyorsun kendine çünkü yerin üstündeki söylem, dil, imgeler artık seni kesmiyor, artık söylemek istediğine erişemiyorsun bu noktadan ve bir başka dehliz arıyorsun rahatça yazabileceğin, söyleyebileceğin, çalabileceğin ve bunun için yapıyorsun bunu; gene nefes alıyorsun, yerin üstündekilerle aynı havayı teneffüs etmek mecburiyetinde kalıyorsun çünkü gene hava var ortamda. Ama denizaltı dediğin zaman o iş değişiyor! Yani ben, diyorsn, öyle bir noktaya götürüyorum ki artık bunu, ben sizin gibi değilim; tırnak içinde gibi değilim, artık kendimim ve ben burada soluklanıyorum. Sizin soluklandığınız, sizin beslendiğiniz damar artık burada yok ben başka bir yere doğru gidiyorum anlamını da çıkarttım, öyle bir hisse kapıldım denizaltını duyunca ve bunu kendi düşüncelerimle de şöyle bağlantılandırdım: Artık görüyorum ki ben, öyle bir noktaya vardık ki, köke inemeyen, buradan köklenemeyen her türlü hareket bir şekilde askıda kalmak durumunda. O sanki janjanlı ambalaj kağıtlarıyla sarılıp, bir gösterge haline dönüştürülüp, satılacak bir ürüne dönüştürülmek mecburiyetinde, istemese de bu yola doğru gidiyor. 

Z.Y.: Evet, metalaşıyor aslında...

J.K.: Çağın gereği yüzünden böyle bir şey oluyor, sistemin baskısı yüzünden, ancak kendisi lan, hakiki olan –bugün paylaşmıtım bir şekilde gene bunu, geldi aklıma: Devletin ve başka resmi kanalların, devlet derken kastım kurumsallık, edebiyatta devlet kavramının onaylamadığı, artık var saymadığı ve hakiki olarak orada var olan, dokunulabilir olan ve heykeli dikilmeyecek ama soluk alıp veren ve denizin altında soluk alıp veren gerçek heykellere ihtiyaç var çıkış için. 

Z.Y.: Böyle bir imgeleme, böyle bir evren tasavvuruna ihtiyacımız var. Bence fanzinler eskiden bu evren tasavvuruna dille –dili içeriksel olarak çok önemsiyorum- hizmet eden bir dille yazılıyordu, şimdi yazılmıyor. Endüstrileşmiş bir dil var, endüstrileşmiş bir imgelem... Niye bundan rahatsızsızsın, diye soracak olursanız temel prensiplerinden rahatsızım. Mesela standartlaşma en temel prensibi endüstri uygarlığının; rahatsızım. Efendime söyleyeyim, azamileştirme; rahatsızım. Merkezileştirme; rahatsızım. Bunlardan rahatsızım ve bunlar maalesef özgür neşriyat diye geçinen oluşumlara da yansımış durumda. 

Z.R.G.: Bir de bugün Nazım Hikmet’ten konuşmuştuk... Ondan da kısa da olsa bahsedelim istiyorum çünkü aslında ilk fanzin... İşi araştırıp içine girdikçe öyle bir durum yakaladım; onu da paylaşalım istiyorum.

Z.Y.: Tabii... Zeynep bana 90’larda İhap Hulusi Underground diye bir fanzin çıkmış; gerçekten çok sıkı bir şey, gerçekten çok beğendim ve bir fotokopisini alacağım, onu gösterdi. O esnada aklıma birden geldi; Nazım Hikmet açlık grevine başladığı zaman Bursa Cezaevi’nde, Nazım Hikmet adında bir bildiri, bir neşriyat çıkıyor. 

Z.R.G.: İçindeki isimler... Orhan Veli var...

Z.Y.: Evet, birçok isim var, birçok mahlas da var tabii ama mesela şu ilginç; Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın Nazım’la birlikte iki günlük açlık grevine başladığı yönündeki bildiriyi o neşriyatta yayınlaması. Şöyle düşünün; iki parça bir şey, adı Nazım Hikmet, önemli şaierlerin yazıları var ama mahlaslarla yazılarda var, tam bir fanzin kafası diye düşündüm ve kendi kafama göre ilk fanzin olarak bunu gördüm. Kendimce de böyle söyledim. Fanzin demeyeyim de bir özgür neşriyat olarak gördüm bunu.

J.K.: Tabii tabii, aynı çerçeve içine alınabilir bir şey nihayetinde. O mantıkta evet.

Z.Y.: Ben blog olayını çok önemsiyorum, interneti çok önemsiyorum. 

J.K.: Peki sana şunu sorabilir miyim madem buraya giriyorsun; ben de şunu önemsiyorum; biz Yer6 Hafıza diye bir proje yürütüyoruz, evet pdf  formatında, elektronik başka formatlar da; zaman içinde geliştirilen formatlar da bulunabilir ve bunları da topluyoruz elbette. Zaten birkaç aşama oluşturuyoruz, elektronik ortama da aktaralım diye düşünüyoruz, mikrofilmlere kadar gitmeyi düşünüyoruz . Müzecilik, koleksiyonculuk mantığında böyle bir şey var zaten. Koleksiyonu yapılan şeyin fiziksel olarak kaybedilmemesi ve bulunması esas. Bu durumda sen ne dşünüyorsun, internet mi yoksa bası olarak bulunma hali mi?

Z.Y.: Valla, çok zor bir soru... Ben interneti tercih ediyorum. Pektabii orada yazılanlar da yazı, orada yazılanlar da gözle okunabiliyor; önemli olan düşünceyi dolaşıma sokmak, imgeyi dolaşıma sokmak.  

Z.R.G.: Ve en hızlı da artık bu şekilde yerini buluyor...

Z.Y.: Evet, ben interneti çok önemsiyorum; teknik özellikleri de çok kuvvetli internetin. 

J.K.: Bu yadsınamaz tabii.

Z.Y.: Yani aramalar olsun, hatta Envivo diye bir program var; bağlamlı olarak arama bile yapabiliyorsunuz konulara bölüp, üzerinde çalışıp orada. Benim söyleyeceklerim aslında bu kadar!

J.K.: Yani internet üzerinde bulunması değerli?

Z.Y.: Ben değerli buluyorum. Dijital ortamda bulunmasını çok değerli buluyorum.  

J.K.: Dolaşım açısından da bakarsak öyle...

Z.Y.: Ama teknik olarak da çok değerli. Ben araştırmalarımı, metin analizlerimi, söylem analizlerimi dijital ortamda daha rahat yapıyorum. 

J.K.: Anlıyorum. Teşekkür ediyoruz Zafer...

Z.Y.: Ben teşekkür ederim...

J.K.: Ben ayrıca bügün atölyede giriştiğimiz hoş sohbet için de teşekkür ederim; epey bir zaman olmuştu görüşmeyeli. Hem buraya kadar zahmet ettin geldin... 

Z.R.G.: Çok güzel bir paylaşım oldu...

Z.Y.: Ben de hem ikinize hem Açık Radyo ekibine çok teşekkür ediyorum.